16 Eylül 2016 Cuma

ANNEMİN MEZARINDA*

























Kabrine geldim sevgili anam!
«Yetim-i tarih, yetim-i vatan»

Bayrağım düştü oldum perişan,
Yıkıldı yurdum söndü hanüman

Güzel vatana hep eller doldu,
Kâşânem, evim tarumar oldu

Kızlar kadınlar sararıp soldu,
Hep ak sakallar süpürge oldu.

Feryada geldim vahşetten Allah!
Yok mudur Türk’e bir hakk-ı hayat!?

Geçsin mi böyle kanlar içerek,
Beşerin ömrü beşer keserek;

Değil misin sen ancak müebbed
Caiz mi Ya Rab fâniye zillet!

Hâşâ imanım Allahu Ekber
Mahlûku Hâlık elbet afv eyler.


Büyükada
Mürüvvet Aziz

*İşgal senelerinin teessüratından.

HANDAN EFENDİ

Sultan Birinci Ahmed’in anası Valide Handan Sultan’ın el yazısını henüz tespit edemedim. Geçenlerde bir belgenin arka yüzündeki mühürde talik hattıyla “Handan” ismini görünce “tamam işte bu” dedim. Heyecanla mektubu okumaya başladım ama bir kadının, hele hele bir Valide Sultan veya Kadınefendinin üslubuyla alakasız bir metindi. Üst düzey bir memurun mektubu olduğu anlaşılıyordu. Sonra mührü yakın plan incelemeye alınca en altında belli belirsiz 58 tarihini fark ettim. “Bu erkek Handan kim ola ki” diyerek can simidimiz Mehmed Süreyya Bey’in Sicill-i Osmani’sine sarıldım. Gördüm ki Handan Efendi diye kölelikten Bağdad Mollalığına kadar yükselmiş ve 1061’de (miladi 1651) vefat etmiş bir Handan Efendi var. Bundan başka birkaç Handan Ağa da var ama tarihleri daha eski. Neyse ki erken karar vererek Handan Efendi’nin mektubunu Valide Handan Sultan’ındır diyerek ortaya atılmadık..

VATAN HAİNİ-DEVLET HAİNİ


Osmanlının sonlarında Abdülhamid muhaliflerine, Jön Türklere, ayrılıkçı Arnavutlara "devlet haini" yaftası yapıştırılıyor. Devlet padişahın şahsında vücut bulduğundan aslında ortak bir değer olması gereken "vatan"ın yerinde “padişah” duruyor. İkinci Abdülhamid'in sonlarına kadar "vatan haini" diye bir kavrama rastlanmıyor. Vatan denilince köy meydanındaki çeşme başı akla geliyor çünkü. "Vatan'ın bir karış toprağı, bir tek çakıl taşı feda edilmez" mottosunun da bir karşılığı yok. Padişah tasdikiyle bazı kara parçaları, adalar, üzerindeki insanlarıyla birlikte düşmana terk edilebilir, kiralanabilir. 1878 Berlin Anlaşmasına kadar terk edilen topraklardaki Müslümanların akıbetinin ne olacağına dair tek bir kaygı yok. Savaşa teşvik edilen insanlara “şehitlik” mertebesinden başka bir hedef gösterilemiyor. Buna rağmen “Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan Halife” itikadıyla şekillenen düalist bir yapının gereği olarak Müslümanlardan “uğur-ı padişahi-padişah uğruna” can vermeleri isteniyor. Gayrimüslimlerin de askere alınmaları, devlet memuru olabilmelerinin yolu açıldığında bu hassas yapı bozuluyor. Dindar-dinsiz, mümin-kafir ayrımı anlamsız kalıyor. “Haydi hep birlikte bu vatanın eşit vatandaşları olalım” anlayışına geliniyor. Bu anlayışın laiklikle sonuçlanması içgüdüsel değildi, bir tercihti. İyi kötü bu kadar maceradan sonra kitleleri uğur-ı padişahi yolunda can vermeye davet edebilmek, iyi vatandaş ve vatansever olduğu halde kafamıza uymayan zihniyet sahiplerini devlet haini olarak yaftalayabilmek için “Tevhid-i Tedrisat” öncesinde olduğu gibi bir eğitim sistemine ihtiyacımız olduğu kesindir.

TARIK AKAN'A RAHMETLER OLSUN

Bazı sevdiğimiz ünlüler vardır, hayatımızın büyük bir kısmında hep yanımızdadır. Medya kanalları ile yaşatılan bu beraberlik, farkında olmasak da bizleri onlarla aynı hayatın bir parçası haline getiriyor. Üstelik hayatımızın kısa bir döneminde de olsa aynı ortamlarda bulunmuşsak hatıraları her dem taze kalıyor. Medyatik-sayısal görüntüleriyle canlandırdığımız o insanın kanlı, canlı haliyle iki diş muhabbet etmek, yiyip, içmek, oturup kalkmak zihnimizin hatıra deposunda silinmez izler bırakıyor. İki yıl önce başka bir bağlamda paylaştığım şu tecrübe, Ali Özgentürk'ün "Su da Yanar" filminin çekimlerinde yaşanmıştır. O vakitler hikayeyi öne çıkarmak adına filmin adını yazmamıştım. Rahmetli Tarık Akan'ı başrolünü oynadığı film dolayısıyla tanıdım. İzmir'de bir hafta Basmane'de bir otelde kaldık. Her akşam set olarak Kordon restoranlarına takıldık. Oradan geldikten sonra da Asya Film'in Erman Han'daki bürosunda çalıştım. Ne güzel günlerdi. Hiç aklımdan çıkmamış. İşte aşağıdaki hatıramı da Tarık Akan'ın hatırına yeniden paylaşıyorum. Nur içinde yatsın.
İZMİR-ÇİĞLİ HATIRASI 
 Üniversite yıllarımda bulduğum her işte çalıştım. Şarküteri, butik işlettim; pazarlamacılık, anketörlük, tezgahtarlık yaptım. En çok hoşuma gideni ve parası iyi olanı da figüranlıktı. Kaldığımız yurtta öğrencileri örgütleyip reklam ve sinema filmi çekimlerine götürüp hem onlardan komisyon alıyor, hem de kendi yevmiyemizi kazanıyorduk. Böyle bir figürasyon işinde kendimi birden bire prodüksiyon görevlisi olarak buluverdim. Daha sonra samimiyetimizin ilerlediği bir abimiz bize yol verdi ve filmin sonuna kadar film ekibinin asli üyesi olduk. Çekimler için bir haftalığına İzmir'e gitmiştik. Orada Çiğli havaalanı yakınlarında sazlık, bataklık bir arazinin kuru ve düz kısımlarında çekilecek sahneler vardı. 1986 senesinin zannederim Kasım ayında buz gibi esen rüzgarın her şeyi uçurduğu bir günde çekim yapılacaktı. 9 Eylül Üniversitesi Sinema-Televizyon bölümünden de 40-50 civarında figüran kadrosu gelince çekim alanında mahşeri bir kalabalık yerini aldı. Civardaki üç köyün ortalarında bulunan plato, ünlü oyuncular ve yönetmenimizi izlemek, bir film çekimini görmek isteyen meraklı köylülerle dolup taştı. Konuksever köylüler yanlarında getirdikleri çaydanlıklarla bardak bardak çay ikram etmeyi de ihmal etmediler. Bunların ele avuca sığmaz çocukları ise en kalabalık ve meraklı izleyici kitlesini oluşturuyordu.
Senaryoya göre film bobinlerinin açık havada yakılması sahnesi çekilecekti. İstanbul'dan bin bir zahmetle iki çuval film bobini satın alıp, taşıyıp İzmir'e getirmiştim. Set görevlileri eski ve yıpranmış bu filmleri iki yüz elli metrekare bir alanın ortasına yaydılar. Köylü çocukları zapt edilemez bir cüretkarlıkla bu sahneye dalıp makaralarından açılmış filmleri almaya çalışıyorlardı. Set görevlileri ne yaptılarsa, ne ettilerse çocuklara engel olamadılar. Durumu uzaktan izleyen bendeniz çocukların yanına gittim ve sert ama babacan bir üslupla "uslu dururlarsa film çekimi bittikten sonra bu filmlerin kendilerine verileceğini" söyledim. Aslında filmler yakılacaktı ama geride kalacak bazı parçalar olması muhakkaktı. Bunları düşünerek öyle söyledim. Hepsini dört-beş sıra halinde dizerek oturttum, aynı zamanda içlerinden uzun boylu üç çocuğu yanıma çağırdım. Ergenlik içindeki bu çocuklar gururla yanıma geldiler. Sağa sola ve ortaya bunları yerleştirerek diğerlerine mani olmalarını, film bitince en uzun film şeritlerini kendilerine, kalanlarını öteki çocuklara vereceğimi söyledim. O üç çocuk diğerlerini öyle bir sindirdiler ki yerinden kimse kalkamaz oldu. Yönetmenimiz uzaktan bizi izliyordu. Durumu ona da anlattım ve olurunu aldım. 
Çekimler bitti ve soğuktan donmuş olan ekip, yönetmenin stop komutuyla hemen toparlanmaya başladı. Ben de yönetmenden "yangından kalan filmleri çocuklara verelim" iznini aldıktan sonra "filmler artık sizin" diye bağırdım. Öyle bir hücum ettiler, buldukları filmlerle öyle bir mutlu oldular ki, bütün set işi gücü bıraktı çocukları seyretmeye koyuldu. Tam o sırada yönetmen toparlanmakta olan set görevlilerini durdurdu ve sökülmeye başlanan şaryoyu falan yeniden kurdurdu. Bana geldi ve çocukları yeniden aynı şekilde toplayıp birden bire sahaya salmamı söyledi. Tabii ki çocuklara "bu sefer siz de filmde oynayacaksınız" deyince fevkalade mutlu oldular. Yönetmenin istediği gibi aynı coşkuyu yeniden göstererek kusursuz bir performans sergilediler. Film gösterime hazırdı artık. Bir de baktım ki yönetmen, filmin afişini o sahne ile hazırlamış. Çok mutlu oldum haliyle, bu afişte benim de bir payım var diyerek... 
Her neyse işte, bu çocuklara yaptığımı, içlerinden üç uzunu ayırıp onlara lider tayin etmemi hiç unutamadım ve hayatım boyunca nadim oldum. Hep merak etmişimdir, acaba o üç uzun, gürbüz çocuk şimdi nerelerdedir, acaba onlar da üç kuruşluk film için arkadaşlarını sindirmekten pişmanlık duymuşlar mıdır?

İNEGÖL OYLAT MAĞARASI

İnegöl'ün Oylat Kaplıcaları yakınında 700 metre derinliğinde muhteşem bir mağara olduğunu biliyor musunuz? Çocukluğumuzda derenin içinden yaklaşabildiğimiz kadar yaklaşırdık ama yüksekliğini ve önündeki yaprak deryasını aşıp da içeriye giremezdik. Sonraları dikkatleri üzerine çekerek 2006 yılında turizme açıldı ve ben 10 yıl sonra ilk defa gezebildim. İçinden 52 ton yarasa gübresi çıkarılmış. Aslında kimyevi olarak bulunması zor bir meta. İhracat bağlantıları yapılmış ama işin içine bir şekilde İsrail karışınca gerçekleşmemiş. Oradakilerin ifadesine bakılırsa tamamı köylülere gübre olarak dağıtılmış. Göremeyenlerin gezi programlarına almasını tavsiye ediyorum.














OKÇULAR TEKKESİ SİCİL DEFTERİ

Günümüzde “tekke” denilince sadece tasavvuf boyutu akla geliyor. Bir şeyhin çevresinde toplanan müritlerin, kendi tarikat kuralları çerçevesinde ayin, zikir gibi eylemleri yerine getirdikleri mekân anlaşılıyor. Oysa Osmanlı devrinde farklı fonksiyonlar icra edilen tekkeler de vardı. Günümüzün hemşehri dernekleri gibi, farklı İslam ülkelerinden Osmanlı ülkesine gelenlerin buluşma noktaları olan tekkeler vardı mesela… Özbekler Tekkesi, Hindîler Tekkesi gibi yerler belirli bölge insanlarının İstanbul’daki buluşma merkezleriydi. Miskinler Tekkesi olarak adlandırılan yerler, o devirlerde dermansız bir derde müptela olarak algılanan cüzzam hastalarının Batı’da gördükleri muamelenin aksine daha insancıl şartlarda barındıkları yerlerdi. Bir de Okçular Tekkesi olarak bilinen yerler vardı ki tamamen günümüzün spor klüpleri gibi faaliyet gösterirlerdi. Başlarında yine beratla tayin edilen şeyhleri olurdu. Zaman içerisinde şekillenip geleneksel hale gelmiş dua, ayin, tören, ziyafet, müsabaka ritüelleri bulunurdu. Buralara isteyen herkes kafasına göre dâhil olamaz, liyakat sahibi sporcular belli aşamalardan sonra kabul edilip sicil defterine kayıtları yapılırdı. Günümüzde Okmeydanı Tekkesi olarak bilinen mekânın çevresindeki geniş düzlükler Fatih ve Bayezid zamanlarında vakfedilerek okçu pehlivanların (sporcuların) müsabaka ve alıştırma sahaları olarak tahsis edilmişlerdi. Ne yazık ki 93 Harbi göçmenlerinden bir kısmının işgaliyle başlayan yağma ve talan 1950’lerden sonra gemi azıya alıp durdurulamadı veya göz yumuldu. Şimdilerde yeşil alana hasret, şehircilik açısından ucube binalar yığınıyla dolduruldu.

Günümüzde yeni yeni canlandırılmaya çalışılan Okçular Tekkesi’nin yıllar önce tahrip olduğu sıralarda 400 yıllık tarihi birikimi de kapanın elinde kaldı. İkinci Bayezid devrinden beri Şeyh Hamdullah, Yesarizade, Necmeddin Okyay gibi hattatların da mekânı olan bu yerdeki tarihi levhalar, tarihi oklar, yaylar, putalar, mezar ve menzil taşları talan yahut imha edildi. Belki de en önemli miraslardan biri olan sicil defteri ise şahsi gayretlerle korunabildi. Halim Baki Kunter’in terekesinden Kubbealtı Cemiyeti’ne intikal ettirilerek güvenliği sağlandı. Bugünkü sporcu lisans defteri diyebileceğimiz bu defter 1682’den 1904’e kadar 222 yılda ne kadar okçu gelmişse, ne kadar mesafe ile rekor kırmışsa hepsini barındırıyor. Dünyanın farklı kültürlerinde 222 yıl kaydı devam eden bir başka sicil/lisans defteri var mıdır bilemiyorum ama bu defter “Dünya Mirası” kategorisine rahatlıkla girebilmelidir.

İşte bu tarihi defter geçtiğimiz ay İstanbul Fetih Cemiyeti’nin 118. Kitabı olarak yayınlandı. Fakülte sıralarında başlayan arkadaşlığımızı Osmanlı Arşivi’ndeki mesai arkadaşlığı ile devam ettirdiğimiz dostum İsmail Bakırcan'ın eski yazıdan yeni yazıya aktardığı bu eser ile kültür tarihimizin çok önemli bir halkasının daha yerine konduğunu görmekle bahtiyarım. Emeği geçen herkesi kutlarım.