4 Temmuz 2016 Pazartesi

ARAPLARIN GAZVE ADETİ VE MEDENİLEŞME PROBLEMİ




Arap toplumu henüz bir millet olma bilincine ulaşmamıştır. Arap Birliği gibi örgütleri olmasına rağmen birlik görüntüsünden hayli uzak, kabile çıkarları peşinde koşan bir topluluk halindedirler. Arap Milliyetçiliği ideolojisi en fazla taraftar ve ideoloğunu Hristiyan Araplar içerisinden çıkarmıştır. Bunun da medeniyet tarihi açısından anlamlı bir izahı vardır. Hristiyan Araplar şehirleşme (medenileşme) süreçlerini daha erken çağlarda tamamlamışlardır. Badiyelerde gezip tozan, yerleşik kültüre geçemeyen bedevi toplumların “Milliyetçi” bir bakış açısı olamaz. Onlar için öncelik aile ve sülalelerinde daha sonra ise içinde yaşadıkları kabile değerlerindedir. Onlar için dil, din ve kültür birliği savunulacak bir değer olmaktan çok uzaktır. 

Sultan İkinci Abdülhamid’in Kitapçıbaşısı Süleyman Hasbi Efendi’nin damadı Kitapçı Şakir Bey, özelde Suriye, genelde tüm Arap bedevilerindeki “gazve” geleneğinin kötülüklerini bir rapor halinde sunmuş. Abdülhamid’in Yıldız Arşivi’nde bulunan bu belgede anlatılanlar, o dönemde bedevi Arapların medeniyet dünyasına katılmalarına engel olan en önemli unsuru açıklıyor. Gazve adını verdikleri bu gelenek Arap aşiretlerinin birbirlerine saldırarak hayvan ve eşyalarını yağmalaması, kızlarını zincire bağlayıp esir etmelerinden ibaret vahşi bir gelenektir. Uzun yıllar boyunca birbirlerinden intikam almak maksadıyla aynı vahşeti kısır döngü halinde tekrarlayıp durmaktadırlar. Üstelik gazve esnasında yağmaladıkları hayvan ve eşyaları, kadınları kızları helal olarak görmeleri bu geleneğin belki de cahiliye dönemlerinden kalma olduğunu da gösterir. Yüzlerce yıl İslam kültür dairesinde kalmalarına rağmen bu çirkin ve vahşi gelenekten kurtulamamışlardır. Buna rağmen bölgelerine gelen Osmanlı memur ve idarecilerinin “içki içmeleri” onlar için en büyük günahlardan olup üzerlerinde kötü tesir bırakmaktadır. Şakir Bey bu yüzden bölgeye gönderilecek idarecilerin dindar, rüşvet ve haramdan sakınan kişilerden seçilmesini öneriyor. 

Günümüzde de pek fazla bir değişiklik olmayan bu sosyal ve kültürel yapıya dair Kitapçı Şakir Bey’in izlenimleri şöyledir;

On sene mukaddem Suriye Vilâyeti dâhilinde yeniden teşkil buyurulan Kerek Sancağı’ndaki aşâir-i urbâna talim-i dîn-i mübîn maksâd-ı diyânet-kârânesiyle geçen sene şeref-müteallik buyurulmuş olan irâde-i kerâmet-âde-i hazret-i hilâfet-penâhîlerine tevfîkan Bâb-ı Fetva’dan ol tarafa gönderilmiş olan hoca efendiler dâîleriyle cânib-i Hicâz-ı mağfiret-tırâza esnâ-yı azîmet ve avdet-i çâkerânemde Ma’an’da görüştüm. 
Mumaileyhim dâîlerinin urbân hakkındaki zübde-i efkârlarını atebe-i ulyâ-yı hazret-i padişahîlerine ber-vech-i âtî hulâsaten arz ile kesb-i mübâhât eylerim. Şöyle ki: 
Aşâir-i urbân son derecede câhil ve akâidleri bozuk kimseler olmakla beraber gayet âkil ve zeki bulunduklarından ale’l-usul tebliğ edilen ahkâm-ı diniyyeyi kemâl-i memnuniyetle istimâ’ ve kabul ederek hakâyık-ı diniyyeye tedrîcen kesb-i vukûf ettikçe bu ana kadar vâdî-i cehâlet ve hâl-i vahşette yaşadıklarından dolayı beyân-ı teessüf etmekte ve sâye-i şahânelerinde ahkâm-ı diniyyeyi öğrenmek gibi bir ni’met-i uzmâya nail oldukları içün zat-ı hazret-i zıllullah-i a’zamîlerine başlarını açarak duahan olmaktadır. 
Urbân dîn-i mübîn-i Muhammedî’nin kudsiyyetini ve ulü’l-emre itâ’atin derece-i farziyyetini anladıkça bâdiyenin kâbil-i ziraat olan mahallerinde ihtiyâr-ı iskân ile ziraat ve felâhate başlayarak temeddün edeceklerinde ve kendilerinden istikbâlen intizâr olunan faidenin tamamiyle husûle geleceğinde şüphe yok ise de beyne’l-urbân mu’tâd olan «gazve»nin vücûdu ortadan kaldırılmadıkça faide-i mezkûre husûle gelmeyecek olduktan başka hoca efendilerin de sarf etmekte oldukları ve fi mâ ba’d edecekleri mesâînin ve bu yolda ihtiyâr buyurulan mesârifin dahi hiçbir faidesi olmayacağında şüphe yoktur. Beyne’l-urbân mu’tâd olan «gazve» ise; aşâirden biri kendi halinde işiyle gücüyle meşgul olup dururken bir gece vakti diğer bir aşîretin birden bire üzerlerine hücum ile hayvanât ve eşyalarını gasb u gârât ve kızlarını rabt-ı zincir-i esâret ve vakit bulup da müdafaaya kıyam edenleri katl u idama kadar cesâret ederek çıkıp gitmekten ve işbu yağma edilen aşîret dahi bir müddet sonra bir fırsat getirerek mahzâ ahz-ı sâr ve istirdâd-ı emvâl sâikasıyla yağma eden aşîrete bi’l-hücum kendilerine yapılan aynı muameleyi belki daha ziyade yaptıktan sonra yerlerine gânimen avdet eylemekten ve beyne’l-aşâir helal itikad edilen işbu muamele-i gasbiye gerek aşîreteyn ve gerek aşâir-i saire beyninde mâdâme’l-ömr bu suretle sürüp gitmekten ibarettir. «Gazve» namı verilen işbu muâmele-i mütekâbile-i vahşiyânenin itikâd olunduğu gibi helal olmayıp bilakis nass-ı kâtı’la haram olduğu ve haramı helal itikad edenlerin ise şer’an küfürlerine hükmolunduğu hoca efendiler tarafından beyan edildikçe biçare urbânın bu ana kadar irtikâb ettikleri gazvelerden ve bunları helâl itikad eylediklerinden dolayı ne suretle izhâr-ı nedâmet ve tevbe ettiklerini tarif kâbil değildir.  
Mamafih urbân işbu «gazve»nin haram olduğu gibi kendi aşîretlerine şu suretle tefhim olunduğu gibi aşâir-i saireye de tefhim edilmedikçe hiçbir vakit taarruzdan masûn kalmayacaklarını ve mütearrızîne muâmele-i mütekâbilede bulunulmazsa kendileri için bâdiyede yaşamak kâbil olmadığını beyân ve taraf-ı saltanat-ı seniyyeden kendilerine gönderildiği gibi aşâir-i saireye de birer muallim-i din tayin ve irsâliyle bu hakâyıkın onlara dahi talim ve tefhimi lüzumunu dermiyân etmektedir. 
Urbânın pek doğru ve pek muhik olan işbu mütalaa ve mütâlebe-i mühimmeleri pîş-nazar-ı dikkate alınarak icâbı icrâ edilmedikçe Arabistan çöllerindeki bedevîlerin ne tavattunları ve ne de temeddünleri kâbil olmayacağı derkârdır. 
Bir de Arabistan nezdine tayin olunan her nev’i memurinin mütedeyyin, irtikâb-ı haramdan mütevakkî, şürb-i müskîrâttan müctenib kimselerden intihâb olunması elzemdir; zira ayş u işretle me’lûf olan mesâvî-i ahvâl ashâbı henüz kesb-i salâh etmek üzere bulunan bedevîler nezdinde nazar-ı nefretle telakki olunmakla beraber pek ziyade su’-i tesiri dahi mûcib olmaktadır. Sâye-i diyânet-vâye-i hazret-i hilafet-penâhîlerinde Memalik-i Mahrûse-i Şahane’lerinin her tarafında dahi en hücrâ köşelerinde bile enva’-i ıslahat icrâ olunduğu ve bilhassa kıt’a-i mübareke-i Hicaziye şimendüfer hatt-ı kebîrinin inşâ ve temdidine teşebbüs edildiği şöyle bir sırada aşâir-i urbân nezdine evvelce birtakım hocalar gönderildiği gibi diğer aşâire dahi talim-i dîn-i mübîn etmek ve bilhassa şu «gazve» meselesinin vücûdunu ortadan kaldırarak bedevîleri medenileştirmek ve yapılacak şimendüferin muhassenâtını kendilerine tefhim etmek içün lisân-ı Arabî’ye vakıf bir miktar daha hocaların intihâb ve isrâsı ve bazı meşâyıh-ı urbâna ve bilhassa bu bâbda pek çok hıdemâtı sebk etmiş olan Ma’an Şeyhi’ne dördüncü rütbeden nişanlar itası istikbâlen pek büyük muhassenâtı mûcib olacağı muhât-ı ilm-i âlem-ârâ-yı hazret-i hilafet-penâhîleri buyruldukda ol bâbda ve kâtıbe-i ahvâlde emr u fermân veliyy-i ni’met-i bî-imtinânımız şehriyâr-ı Fârukî-câh efendimiz hazretlerinindir.
6 Rebiülahir 1318 ve 20 Temmuz 1316 [2 Ağustos 1900]


Kitâbî-i Hazret-i Şehriyârîleri
Abd-i Memlûkleri
Mühür [Mehmed Şakir]



ŞEHİT MUALLİM ZEKİ DÜNDAR ALP BEY

ŞEHİT MUALLİM ZEKİ DÜNDAR ALP BEY

Şeyh Said İsyanında 23 Nisan 1925’de Lice’de katledilen ilk öğretmen şehidimiz Zeki Dündar Alp Bey’i saygı ve rahmetle anıyorum. Atatürk devrinde bile isyancı hâmisi bir valinin bulunabildiğini görmek açısından ibretlik bir olaydır. İşbirlikçi ve ihmalkâr vali isyandan sonra sevk edildiği mahkemede yargılanarak hapse mahkûm edilmiş ve 1929'da çıkarılan affına kadar devlet memuriyetinde istihdamına cevaz verilmeyerek memuriyetten ihraç edilmiştir.

«Zeki Dündar Bey 1312 senesinde Arapkir’de doğmuştur. Jandarma çavuşlarından Kanber Ağa’nın oğludur. 1329 senesinde mektepten çıkarak şark vilayetlerinde derece derece muallimlikte bulunduktan sonra Çapakçur Başmuallimliğine tayin edilmiş, başmuallim bulunduğu zaman mektepte büyük bir tecellüd [mücadele-yiğitlik] göstermiş. Mektebin levazımatını bizzat tedarik ve sıralarını bizzat imal etmiştir. Şeyh Said İsyanının zuhurunu Dâhiliye Vekâleti’ne ilk evvel merhum bildirmiş, Genç Valisi İsmail Hakkı Bey vekâletin sualine ihbarın kâzib [yalan] olduğu cevabını vermiş, aynı zamanda Zeki Dündar’ azleylemiştir. Zeki Dündar Bey, hayatının tehlikeye girdiğini anlar anlamaz Lice’ye, amcasının nezdine gitmiş usât [asiler] Diyarbekir’e hücum eylediği zaman Abdulgani Efendi’nin evinden alınarak Şaki Yusuf Perişan ve hempası tarafından sokakta şehit edilmiştir. Ailesi ve küçük çocuğu bu katliama şahitlik etmişlerdir.»





AYASOFYA'DA 85 YIL SONRA EZAN OKUNDU YALANI


Diyanet İşleri Reisi'nin bulunduğu bir ortamda Ayasofya Camii içinde "85 yıl sonra ezan okundu" propagandası yapılıyor. Bal gibi siyasi propaganda. Fetava-yı Hindiyye'ye ve belli başlı fetva mecmualarına göre "cami içinde vakit ezanı okumak mekruhtur". Cuma namazındaki iç ezan böyle değildir. Diyanet İşleri Reisi bu fetva kitaplarının hükmünü kaldırdıysa bilelim ki ona göre biz de kafamıza uymayan birçok fetva ile amel etmeyelim. Aksine bu fetvalar geçerliyse onlara aykırı hareket eden diyanet reisi konumunu açıklamak zorundadır. Üstelik ezan ilk defa okunmamaktadır. Hünkar Mahfili kısmında yıllardır namaz kılınmakta ve başlangıçta dört minareden, sonraları tek minareden vakit ezanları okunmaktadır. 1991'den bu yana ezan okunan bir yerde 85 yıl sonra ezan okundu demek en basit tabiriyle yalancılıktır ve Diyanet İşleri Reisi bu yalana alet olmaktadır.

4 Temmuz 2006 tarihli Hürriyet gazetesinden:

«Röleve Anıtlar Müdürlüğü tarafından onarımının tamamlanmasının ardından mescit 10.02.1991 tarihinde ibadete açılmış ve kapısına da ”Ayasofya Camii ibadete açılan bölüm” levhası konmuş, bu levha da daha sonra yenilenmiştir.
Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek'in sözlü emriyle ibadete açılan bu mescide, Eminönü Müftülüğü'nce bir imam ve müezzin görevlendirilmiştir.
1991 yılı mart ayında mescide gelen Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek'e, minarelerden ezan okunmadığının belirtilmesi üzerine, Zeybek'in isteği, Müzeler Genel Müdürü M. Akif Işık ve kültür müdürünün talimatıyla 31.03.1991 tarihinde Ayasofya'nın dört minaresinde de masrafları Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından karşılanarak ezan okunmaya başlanmıştır.
21.08.1996 tarihinde üç minarenin hoparlörleri devre dışı bırakılıp, tek hoparlör vasıtası ile ezan okunmaya devam edilmiştir.»

Burası Ayasofya'nın müezzin mahfili. Şimdiki yerleşik fıkhi literatüre göre burada ancak Cuma namazında iç ezan okunabilir. Sabah ezanı okunamaz. İstediğin yerde ezan okursun okumasına amma dokunulmaz ilan ettiğin o eski kitapları artık tanımıyorum demek şartıyla...

RESMİ SINIR-GÖNÜL SINIRI

Osmanlı, 1699 Karlofça’dan 1878 Berlin Anlaşmalarına kadar terk ettiği topraklardaki Müslüman tebaasının akıbetiyle hiç ilgilenmedi/ilgilenemedi. 1878’e kadar kaçabilen kurtuluyor, kalanlar ya Hıristiyan olmak yahut kılıcın tadını tatmak şıklarından birini seçiyorlardı. Karlofça’nın ardından ilk büyük kaybımız Budin’de (Macaristan) kalanlardan Hıristiyanlığı kabul etmeyenler soykırıma tabi oldu. Balkanlarda kaybettiğimiz kale şehirlerindeki Müslümanlar çoğu kere kadın çocuk demeden vahşice katledildi.

İlk defa Berlin Kongresi’nde Bulgaristan Müslümanlarının tamamını kılıçtan geçiremeyeceklerini anladıkları için Cemaat-i İslamiye adında bir tüzel kişilik gündeme geldi. Bu kurum sonradan daha kötü şartlarla Kıbrıs Türkleri için de organize edilecektir. En sonunda Balkan Bozgunu ile kaç milyon Müslümanın yollarda öldürüldüğü ne kadarının sürüldüğü az çok bellidir. 

Bütün bu faciaların ardından elde kalan Anadolu’ya 1864’ten itibaren yerleşen Kırımlılar ve Kafkas kavimleri eski devletlerinin toprağına, 1878’den sonra gelen Balkan muhacirleri kendi devletlerinin başka bölgelerine göç etmişlerdir. 

Günümüzün ulus devletlerindeki sınırlar için CB’nin teorize ettiği “resmi sınır” “gönül sınırı” ifadelerinin romantik bir değer olmasından başka realitede karşılığı yoktur. Bu romantizm üzerine reel politik inşa edilmeye kalkışılırsa hayallerin toslayacağı yerde altta kalanın canı çıksın realitesi ortaya çıkacaktır.

SURİYELİLER ESKİDEN OSMANLIYDI, VATANDAŞLIK HAKLARIDIR DİYENLERE

Osmanlıda nüfusun yarısı, bazı bölgelerde yarıdan fazlası Hıristiyandı. Bunların torunları bugün ulus devletlerde yaşıyorlar. Balkanlardan 5-10 milyon Bulgar, Sırp, Makedon, Yunanistan'dan 4 milyon Ortodoks Rum, dünyanın her yerinden 4-5 milyon Ermeni, İsrail'den 200 bin Yahudi gelip "Bizim atalarımız da Osmanlı. Biz de atalarımızın devleti Osmanlının mirasçısı TC.ye yerleşip vatandaşlık istiyoruz" dediklerinde ne yapacaksınız İslam kardeşliği dümeniyle kafaları bulanmış taife.

Sizin sabah akşam karalayıp durduğunuz Lozan Anlaşması aslında hiç de ulus devlet kurmamıştır. Köküne kadar din temelli bir anlaşmadır. O anlaşma sayesinde 1071'den itibaren Anadolu topraklarında İLK DEFA İslam nüfusu ezici üstünlüğünü sağlamıştır. Zavallı Hıristiyan Türkleri Yunanın kucağına atmış ama tek kelime Türkçe bilmeyen Arnavut, Boşnak, Torbeş gibi tebaayı din kardeşliği ekseninde Türkiye'ye kabul etmiştir. Buna rağmen Lozan'a karşı durmaya çağıranların büyük çoğunluğunun İslamcı olması izahı kabil olmayan bir çelişkidir.

Evet, çağırın gelsin Suriyeliler, vatandaş olsunlar. Açtığınız yoldan girmeye çalışan gayrimüslimleri durdurmaya gücünüz yetmez ama.

SURİYELİLERE VATANDAŞLIK PROCESİ [ZİHNİ SİNİRDEN DEĞİL TABİİ]

CB Kilis'te mültecilere Arapça çevirili Türkçe nutuk çekti ve vatandaşlık müjdesini verdi. Zaten bu haberi merakla bekliyorduk. Ne zaman olacak diye içimiz içimize sığmıyordu. Aslında büyük bir tezgah var ortada. Bunlar vatandaşlığa başvuru hakkını peyderpey kazanıyorlar. Bize bu söylenmiyor. Yasal olarak ilk kez 29 Nisan 2011'den itibaren iltica edenlerin bu hakkı 30 Nisan'dan beri başladı. Bundan sonra da 5 yıllık ikamet süresini dolduran Suriyeliler vatandaşlığa müracaat hakkı kazanacak. Tabii ki arada bayram tatillerini ülkelerinde geçirmek üzere giden Suriyeliler bu haklarını kaybedecek ama onların çıkış işlemlerini de görmezden geliriz. Belki de öncelikle vatandaş yapılacaklar da onların arasından çıkacaktır.

*******

Hazret-i Osmanlı, Balkanlardan Kafkaslardan, Kırımdan o kadar muhaciri kabul etmiş ama kendine Ensar demeyi hiç akıl etmemiş. Biz bu kıçıkırık halimizle ne de güzel Ensar oluyoruz bedavadan.

******

OSMANGAZİ KÖPRÜSÜ VE İDDİALAR

Ülkemizdeki üniversiteler neden bu kadar sessiz. Türkiye'nin geleceğini şekillendirecek akıl almaz projeler birbiri ardına icraata konulurken millet aydınlanmayı "Ekşi Sözlük" yazarlarının yazılarını paylaşmakta arıyor. Dün akşam açılışı yapılan köprünün mali unsurları üzerine Ekşi Sözlük kaynaklı bir hayli paylaşım oluyor. Km. garantisi ile gelecekteki gelirlerimizin bir kısmına ipotek konulduğu anlatılıyor. Ben bu yazıları ciddiye alıyorum ama doğruluğunu test edecek verilerden mahrumum. Ne muhalif siyasi partiler, ne de akademik dünya bu doğrultuda bilgilendirmeden uzak duruyorlar. Ülkemizde kaç adet "İktisat Tarihi" bölümü, prof. doç. dr. olduğunu bilmiyorum. Kaç kişinin bu gibi bölüm, enstitülerde akademik çalışma yaptığını da bilmiyorum. Allah için bir kişi çıkıp işin doğrusunu, yanlışını anlatmaz mı? Neden sessiz sedasız bekleşiyorlar?
Bu ülkenin 1882'de iflasını ilan etmesinde 19. yüzyılda emperyalizmin güdümündeki demiryolu projelerine verdiği km. garantisinin ne kadar büyük payı olduğunu da bilmezler mi sevgili akademisyenlerimiz. Düyun-ı Umumiye'nin ne olduğunu bilmezler mi? Neden bizleri aydınlatmazlar? Susmaya devam edin, günü geldiğinde üniversal olmayan okulunuz kayyuma devredildiğinde de sesi çıkacak kimseyi bulamayın.

GRAMOFON VE KURAN

‪#‎tarihdergi‬ Temmuz 2016 sayısı çıktı. Benim de Gramofon-Plak-Kuran-Matbaa dörtlüsü üzerine bir yazım var. Günümüzde her tarikatin, cemaatin birer ikişer televizyon-radyo kanalları, İnternet siteleri, Youtube'da önüne gelen hocanın Vaaz-Kuran-Hadis-Tefsir kanalları dolu. Buralardan sabah-akşam yayın/tebliğ yapmanın huzuru içindeler. En Selefi akideye sahip IŞID teröristleri profesyonel çekimler eşliğinde İslam adına işledikleri vahşetlerin propagandasını gururla yapıyorlar. Bunlara tek tek sorsanız verilmiş bir fetva asla değişmez. İslamı dondurucudaki haliyle saklamak isterler. "Asrın idrakine söyletelim İslamı" diyenleri en hafifleri bidatçi, reformcu biraz ileri gidenleri zındık, kafir olarak ilan edip canını helal kılarlar. Perhiz-Turşu meselesi tam bunlar için. Zira daha yüz sene önce gramofon plaklarına Kuran okunmaması için ne mücadeleler verdiler. Devlet işi gücü bıraktı bunlar yüzünden plak peşinde koştu. Topladıkları Kuran-Ezan plaklarını imha ettiler. Öylesine başarılı olmuşlar ki günümüzde o devrin Kuran plaklarından bir tanesi bile görülmemiş. Belki bir yerlerde henüz sağlam kalanları vardır ama biz bulamadık.

280 yıl Arap harfli kitapların, 400 yıl Kuran'ın matbaada basılmasına cevaz vermeyenlerin, gramofonda okunan Kuran ve Ezan'ın İslamiyet'e en büyük hakaretlerden biri olduğunu söyleyenlerin torunları dedelerinin hatırasını saygıyla ansınlar diye...