İctihad Mecmuası, No. 66, 16
Mayıs 1329-29 Mayıs 1913
İSTİKLAL
Dünyada bir kavm vardır ki “hatâ-yı Havva”nın vuku’undan
Balkan Muharebesine kadar geçen devr-i a’sâr-âlûd esnasında hiçbir işe
yaramamış olmak gurûr-ı beyhudesiyle mütehallıkdır. Onun için Arnavutluk
tarihine mukaddime yazmak külfetini ihtiyar eden zât-ı muhterem, şimdiden
tetimmesini de hazırlayacak olursa Almanya devlet-i fahîmesine büyük bir hizmet
etmiş olur çünkü bu iki bâbın arasına konulacak [s.1440] beş on satırlık şeyleri
yazmaktansa yazmamak Albanez dostlarımız için daha hayırlıdır! Bu sözlerden
hâlâ tâbi’iyet-i mukaddese-i Osmaniye altında yaşayan Arnavutlar gücenmesinler,
onları bu vaziyette bulunduran, memleketlerinin Sedd-i Çînî’yi andıran
dağlarıdır, bu güne kadar medeniyetin gözü demek olan hiçbir tünel onların o
muazzam kayalarını delerek iç tarafını göremedi. İşte bu sebeple değil
hariçteki dünyadan haberdar olabilmek, hatta birbirlerini bile layıkıyla
tanıyamadılar. Kurûn-ı Vustâ [Ortaçağ] ve feodalite oralardan hiç eksik olmadı.
Her kalede, her kulede mazgallı malizgalar. Her surda beyle beş on cengâver
tebaa veyahut maiyet… İş[t]e her hangi asrın dürbünüyle Arnavutluğa bakarsanız
bu heyet-i ictimaiye-i müteferrikayı daima yerli yerinde bulursunuz! Dünyada
hiçbir memleket burası kadar medeniyetten âzâde kalmamış, hiçbir iklim bunun
kadar muhafaza-i vahşet etmemiştir. Sahra-yı Kebir daha ziyade malum, Tibet
daha az meçhuldür.
Adedlerini kat’i olarak hiç kimse bilmiyor, galiba bir
yahut iki milyondur! Bunlar, Aşil’in, İskender-i Kebîr’in cihângir olduğu
devrelerde ne halde iseler, hâlâ öyledirler! Ma’işetlerini çobanlık ve mısır
ziraatiyle, şikâr [av] arkasında pûyân olmakla [koşmakla] tedarük eden bu iri
cüsseli, gul-âsâ [gulyabani gibi] adamlara “kır serdârı” unvan-ı muhteşemi
kadar muvafık bir tabir bulunamaz! Teşkilat-ı ictimaiyelerinin ilk kademesi
kabiledir, bu müessesenin hikmet-i vücûdu «kan gütmek» dedikleri intikam ve
hîn-i hâcette müdafaa-i müşterekedir. İkinci derecede kabilelerin teşkil
ettikleri (Clans) vardır. Asıl beyler bunların reisleridir. Kafile derdesti,
ecnebi seyyahların himayesi bunların emriyle vuku’ bulur. Efrâd arasında,
aileler arasında daima en ehemmiyetsiz şeyler için münazaalar tahaddüs eder.
Arnavutlukta hâl-i harp, hâl-i dâimî ve tabî’îdir. Bunun için bir Arnavut
nereye giderse gitsin tüfeği omuzundan düşmez. Arnavut, iklimin ve avârız-ı
tabî’îyyenin de tesiriyle olacak, sert tabiatli ve her zaman mağrurdur.
Osmanlıların yaptıkları gibi okşarsanız hindi gibi kabarır, fakat Sırp usûlünce
kafalarına tüfenk dipçiğini yerleştirirseniz patlamış balon gibi söner!
Bunları yazmaktan maksadımız Arnavutluk hakkında bir
tedkik-i ictimaî ve rûhî yapmak değildir. Ancak bir mutalaa-i siyasiyeye
mukaddime hazırlamaktır. Çünkü bizim esbâb-ı indirâsımızdan [bozulma
sebeplerimizden] birisi de siyasette bu gibi müessirâtı kat’iyyen nazar-ı
itibara almamış olmaklığımızdır. İşte yukarıda verdiğim tafsilat gösteriyor ki
böyle perişan bir kavimde kat’iyyen vahdet-i siyasiyye olamaz. Yalnız lisan
itibariyle bir vahdet varsa da o da müteferrik yaşamak mecburiyetiyle muhtelif
şivelere inkısam etmiştir. Mesela şimaldeki [kuzeydeki] Kigaların tarz-ı
tekellümüyle [konuşma tarzıyla ] cenupta [güneyde] Yunan lisanının nüfuzuna
maruz kalan Toskaların lehçeleri arasında pek büyük farklar vardır.
Hiçbir din oralarda vahdet hâsıl edecek kadar intişar
edemedi. Bunun sebebi memleketin dağlık olması, vesait-i seferiye [ulaşım
araçları] ve yolların fıkdanı [yokluğu] ve bilhassa muhtelif menatık-ı nüfûza
tabî’aten münkasem olmasıdır [fizikî ve beşerî coğrafî sebeplerle çeşitli nüfûz
bölgelerine bölünmüş olmasıdır]. Bu hususta Arnavutluk İsviçre’ye benzer.
Hıristiyanlık, Ortodoksluk, İslamiyet ve Katoliklik aynı zamanda mevcuttur.
Fakat ekseriyet Müslümanlardadır. Ancak her hangisine mensup olursa olsun,
Arnavutun daima pek sudan bir dini vardır. Halifeye itaati ismen kabul ederler.
Asker vermeye hiçbir zaman taraftar olmadılar. Yalnız Hakan-ı Sabık
hazretlerinin [İkinci Abdülhamid] zaman-ı saltanatlarında saraya sırmalı
elbiseli seçme beş on nefer gönderdilerse de bunlarda asker olmaktan ziyade
mahfel-i mutlakiyete itâre kılınmış birer Arnavutluk mebusu yahut sefiri gibi
bir şeydiler ki vazifeleri vücûd-ı akdes-i zıllullahiyi muhafaza unvanıyla [s. 1441] yiyip içmek ve muhteşem cepkenlerinin
sırmalı kollarını sallamaktan ibaretti! Din-i kudsî-i İslam insanlar arasındaki
hissiyat-ı milliyeyi uyuşturan bir rahîk-ı semâvî olduğu halde bu fevkalbeşer
tesir-i Rabbânîsi Arnavutları, akvâm-ı sairede görüldüğü gibi, mutî’-i Rahmân
edemedi. [İslam Dini insanlar arasındaki milliyetçilik duygularını uyuşturan
gökten gelen cennet şarabı olduğu halde, bu insanüstü Rabbani etki, diğer
kavimlerde görüldüğü gibi Arnavutları Allah’a itaat ettiremedi.] Hatta mesela
Mehmed isimli bir çobanın, bir Hıristiyan milletdaşına olan samimiyeti
sebebiyle, son dünyaya gelen çocuğuna isim ararken, arkadaşının yüzüne bakarak:
-Haydi bu da senin isminde olsun, Nikola!
Dediği ekseriya görülmüş şeylerdendir. Siyaseten her
devirde bir cihângir müstevlînin sâye-i unvanında yaşamış olan bu dağlıları
birbirine bağlayan en kuvvetli rabıta, milliyet bağıdır. Mamafih Kigalık ve
Toskalık arasında bunun ne dereceye kadar idâme-i ahenk edebileceği
kestirilemez. Bununla beraber, şimdiye kadar kayalarının, dağlarının
eteklerinden Romalıların, Cermanların, İslavların, Türklerin muhteşem ve
muzaffer geçişlerini seyreden şimal ve cenup ahalisi, yabancı bir kavme karşı
bir heyet-i mecmua teşkil edebilir. Mesela Berlin Muahedesi zamanında kongreye
karşı yaptıkları böyle bir harekette muvaffak olmuşlardı.
Osmanlılar Arnavutluğu fethetmediler, yalnız umumiyet
itibariyle zabt ve ilhak ile iktifa ettiler. Buna da sebep Macaristan’ın feyyaz
sahralarına akın edebilmeğe yol bulmak maksadıydı! O zamandan beri
Arnavutluk’ta Din-i İslam’ın intişarından başka bir netice hâsıl olmadı.
Müslüman Arnavutlara Avrupa’nın Kürtleri denilebilir. Sultan Abdülhamid bunlara
pek çok yüz verdi. Hikmeti, Sırp ve Yunan ve saire propagandaları altında kalan
Hıristiyan ahaliye karşı kendilerinden istifade idi. Vergi vermiyorlardı. Bütün
manasıyla Allahın kırlarında hür yaşıyorlardı. Bu halde olan bir kavim tabii
iğvaat-ı hariciyeye [dış mihrakların kışkırtmasına] çabuk kapılır. 1870’te genç
Arnavutlar Türk boyunduruğundan kurtulmayı düşündüler! Hatta bir Fransızca kitapta
okuduğuma göre Ayan reisi Ferid Paşa hazretleri bile o zaman İstanbul’da bu
maksad-ı ulvîye hâdim (Drita) namında bir cemiyet teşkil etmişler ve efkâr-ı
istiklalin memleketlerinde intişarı için de Arnavutça bir gazete bile
çıkarmışlar; fakat bu teşebbüs müşarunileyhin hizmet-i hükümete duhulleri
sebebiyle akîm kalmıştır! Sonra yukarıda da bahsettiğim Berlin Kongresi’ne
karşı bir arazi meselesinden dolayı olan kıyam-ı umumi gelir ki asıl efkâr-ı
milliyetperveranenin mebde’-i infilaki bu tarihten itibarendir. Bilahire Ferid
Paşa’nın Drita’sını başkaları Bükreş’te ihya ettiler. Bu suretle merkez-i
faaliyet hârice intikal etti. İttihad manasına gelen (Başkım) Cemiyeti bu
sırada teessüs etti. Sofya’da, Belgrat’ta, Brüksel’de, Kahire’de ve Amerika’da
gazeteler taaddüd etti. Fakat tesirleri pek azdı, çünkü ahali okumak
bilmiyordu. Bu hal ilan-ı hürriyete [1908 İkinci Meşrutiyet] kadar devam etti.
O zaman Arnavutlar meşhur, “sadakat besa”sını akdettiler. Sanki evvelce esir
imişler gibi hürriyete sevindiler. Lakin bu sürûr ve mahzûziyet pek gündelik
bir şey oldu. Bunun yegâne sebebi İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin fart-ı
hamiyetidir [devlet ve milletin haysiyetini korumada aşırıya gitmesidir].Çünkü
fart-ı hamiyet de eğer neticesi hayırlı olmazsa, bir vesile-i itham olabilir.
Vatanperver cemiyet, dünkü vilayetlerimiz bize karşı rakip birer devlet
kıyafetinde arz-ı endam edip dururken, tekrar elimizdeki yerlerden birkaç
hükümet daha vücuda getirmek istemiyordu. Bu şüphesiz en doğru, en muvafık ve
en nâmuskârâne bir tarz-ı tefekkürdü. Fakat maatteessüf tatbikına yanlış yoldan
gidildi. Osmanlılığı terkip eden muhtelif milliyetlere hiçbir imtiyaz vermemek,
onları yek renk bir küme halinde bulundurmak husûl-i maksada kâfi ve vâfi
zannedildi. Koskoca Avusturya gözlerimizin önünde parlayıp dururken bu
şa’şa’anın nereden geldiğini bir türlü tedkik edemedik. [s.1442] Türkiye gibi memleketlerin kânûn-ı esâsîsi, muhtelif
vilayet ve iklimlerin ihtiyacatını ifade eden birçok kavânîn-i esâsiyeden
mürekkep olabileceğini maatteessüf anlayamadık. Filvaki dünyada en çok düşmanı
olan devlet, hükümet-i Osmaniye’dir. Karşımızda Rusya’nın zîr-i riyâsetinde
bütün devletlerden mürekkep bir hey’et-i a’dâ [düşman devletler topluluğu]
vardır. Filhakika bunlara ana olan Rusya Balkanlarda dört tane küçük Rusya daha
yetiştirmiştir. Şimdi kendisi dinleniyor, çocukları için için bizimle
uğraşıyor. Tebaa-i gayrimüslimeyi tahrik ediyor, Arnavutları uyandırarak rah-ı
istiklâle sevk ediyordu. Bunlar doğru lakin acaba bizim tatbik edeceğimiz
tedabir, sırf bu cereyanın aksine mi sarf-ı bazu etmekten [güç kullanmaktan] ibaretti?
Acaba Arnavutlara biraz imtiyaz verseydik, bundan sonra da ilkaat-ı hariciyeye
şiddet-i sabıkasıyla inkıyad edecekler miydi? [dış mihrakların tahriklerine
eskisi kadar bağlılık gösterecekler miydi?] Evet, Arnavutlar bize hıyanet
ettiler, fakat bizim menfaatimiz, buna meydan vermemekti. Arnavutlara biraz
müsaadâtta bulunmaya hamiyetimiz mani oldu. Yine bu hiss-i ulvi, dûr-endiş
olmamıza hail kesildi [hamiyet duygumuz uzağı görmemize engel oldu], her
Osmanlıyı Türk, her milliyeti kendimiz gibi düşünür, vücutları bekamıza muallak
farz ettik. İşte ben bunun için menfaat-i vatandan başka bir şey istemediğine
emin olduğum İttihat ve Terakki’yi fart-ı hamiyetle itham ediyorum.
Cavid Paşa’nın seferinden sonra Arnavutlar hükümetin
nazar-ı is’âfına bir takım metalib-i milliye arzetmişlerdi. Bunlardan hatırımda
kalan en ehemmiyetli noktaları işte kaydediyorum:
1-Arnavutlukta Türkçe ile beraber Arnavutçanın da lisan-ı
resmî olması.
2-Arnavut askerlerinin yalnız kendi memleketlerinde
istihdamı.
3-Vergi bakayasından feragat ve afv-ı umumi.
Buna cevap olarak hükümet on bin kişilik bir ordu ile
Şevket Turgut Paşa’yı gönderdi. Evamir-i mütekabilemiz şunlardı. İdare-i
Örfiye, tahrir-i nüfus, kadastro teşkilatı, muntazam vergiler, muntazam ahz-ı
asker ve kulelerin hedmi [yıkılması]!
İşte Arnavutlarla aramızdaki ihtilaf-ı nazar bu dereceyi
bulmuştu. Nihayet bu dağlı adamların omuzlarındaki silahları alınmadan bir şey
yapılamayacağı anlaşıldı. Ve filhakika silahları da toplanmaya başladı. Bu da
Turgut Paşa’nın himmetiyle oldu. Fakat asayiş ve emniyeti mukarrer olmayan bir
memleket ahalisinden silah almak doğrusu biraz tenkid edilecek harekettir.
Filvaki şimdi Sırplar da öyle yapmaktalarsa da o zamanki istatüko [statüko-metinde
istakoto yazılmış] ile bu günkü hâl ve mevki’ arasından yıllar esti, yıllar
geçti! Eğer biz de bugün Sırpların yaptığını Rumili memalikini zabt ve feth
ederken yapsaydık o zaman hiç şüphesiz müfîd olurdu, fakat altı yüz bu kadar
sene idareden veyahut idaresizlikten sonra birdenbire, bir devlet-i ecnebiye
gibi temsil politikası tatbik edilemez! O zamanki sadrazamımızın (cenûbî),
bilahire tashih ederek (merkeze nazaran cenûbî) [dipnot: merkez Viyana olacak!..]
diye tevsim ettiği Şimâlî Arnavutluk İsyanı da işte bizim fart-ı hamiyetimizin
netice-i bî-günahıdır.
Bugün ortada Arnavutluktan falan eser kalmadı; onun için
bir mâzî-i muhteşem tarihinin hatıratını ihya, hatiatını [hatalarını] tenkid
ederken şunu da unutmayalam ki bizler Arnavutlukta ne şiddetimizi adamakıllı
gösterebildik, ne de mülâyemetimizi. Çünkü bilahire silahların bile rüesa
tarafından yarım yamalak toplattırılmasına razı olduk! O zamanki hükümetimiz
böyle bir mecburiyet karşısında bulundu. Fakat bütün bunlara meydan verilmeden
yukarıda birkaç maddesini arz ettiğim metalibi kabul etseydik acaba şimdi ziyan
mı etmiş olacaktık, yoksa hiç olmazsa esna-yı isyanda o mel’un kayalıklarda
şehit olan Anadolu evlatlarının mübarek ve kıymetdâr [s. 1443] kanlarını mı kâr edecektik? Ben bu söylediklerimin
mutlaka o zamanlar kābil-i tatbîk olduğunu iddia etmiyorum, kim bilir ne gibi
binlerce müşkilat içerisinde o hatt-ı hareket ihtiyar edilmiştir; mamafih geçen
şeylerin tenkîd ve tahatturu gelecek şeylerin tedbir ve tanzimine yarar;
bunları unutmazsak belki bundan sonra hüsn-i niyet ve âteş-i vatanperverîmize
daha bazı esâsât-ı idâriye ve siyasiyeyi de terdîf ederek hareket ederiz.
Biraz evvel ilkaat-ı hariciyeden bahsetmiştim; şimdi de
bunu tedkik edelim: Avrupa zâhiren Arnavutluk isyanlarını ortadan kaldırmaya
taraftardı. Fakat hakikat halde onları bu dalalete sevk eden de yine
kendisiydi; bunun sebebi uzun müddet siyaset-i umumiyeyi işgal eden
şömendüferler meselesidir. Avrupa’nın bir demiryollar haritası tedkik edilsin
Viyana, Budapeşte, Belgrad tarikıyla bir ray Selanik’e kadar iner; ikincisi de
ayni (Said Paşa’nın merkez dediği) yerden hareketle Budapeşte, Belgrad, Sofya
tarikıyla dumanlarını savurarak İstanbul’a doğru koşar; bir tanesi de yine
Viyana’dan Köstence’ye müntehi olur. Görülüyor ki bunların üçü de bir merkezden
çıkıyor; orası da bir Cerman hükümetinin payitahtıdır. Almanya yahut Berlin’e
tabi’ demektir. İşte böylece Alman nüfuz ve ticareti bütün Balkanlara,
Rumili’ye ve binnetice Türkiye’ye yayılıyor. Cermanlara karşı İslavlar daima
her yerde, her teşebbüste hâzır ve nâzırdır; onların da şarktan garba doğru bir
projeleri vardır. İstanbul-Selanik-Manastır hattını Adriyatik sahilindeki
Avlonya’ya kadar temdid etmek, bu suretle Cerman akınının pişgahına bir sedd-i
âhenîn [önüne demir bir set] kurmak isterlerdi. Sırplar Karadağ’ın Ülgün nâm
limanını, Bulgarlar da yine aynı denizde kâin bilmem nereyi düşünürlerdi. Bu
proje tatbik edilseydi en fazla İtalya kazanacaktı. Çünkü Avlonya’nın
karşısında Brindisi iskelesi vardır. O tarikla tabii Balkan şibh ceziresini de
İtalya nüfûz ve emtiası istila edecekti. O zaman Roma Viyana’nın ehemmiyetini
iskât edeceğinden ittifak-ı müsellese rağmen İtalya, Almanya ile Avusturya’yı
yalnız bırakarak bu hususta daima Rus’la birlikte hareket etmiştir. Bu suretle
bir tarafta İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, ipin diğer ucunda da Almanya ve
Avusturya ahz-ı mevki ettiler. Herkes kendi projesini müdafaa ediyordu. Hâlbuki
zavallı bizim Babıâli cami ile kilise arasında kalmış bî-namaza döndü! Çünkü
hatların ikisi de Arnavutluktan geçiyordu! Hâlbuki Arnavutlar bu projelerin
ikisine de aleyhtar idiler; Çünkü bunlardan her hangi birisinin tahakkukunda
kendilerinin Babıâli’ye karşı düdükleri öteceği yerde bilakis şömendüferin
düdüğü kendilerine karşı ötecekti. Onun için hükümet İslavların projesine
temayül gösterse Cermanlardan, Cermanlara dönse İslavlardan istifade ediyorlar,
onlardan para ve her nevi kuvvet alarak idare-i merkeziyeye karşı ref’-i âvâz-ı
isyan ediyorlardı. Fakat dünyada her şey, her hal muvakkattir. Onlara da
kalmadı. Son muharebe bütün o kahramanlıklara kırmızı mührünü basarak hâtime
çekti. Filhakika Arnavutluğun istiklali tasdik ediliyorsa da memleketin ekseri
kısmı düşman eline gitti. Arnavutlar istikballeri demek olan Yanya ve İşkodra
gibi kendi kalelerini bile müdafaadan kaçtılar. Bundan sonra bizden ayrı
yaşayacaklar; ihtimal kâmilen müstakil bile olacaklar; fakat şurasını
unutmasınlar ki Müslüman bir kavim, onların bayraklarındaki kartalın sâye-i cenâhında
feyz-yâb-ı istiklal olamaz. Arnavutlar şimdiye kadar hep siyaseten milel-i
muhtelifeye tabi olarak yaşadılar, hâlbuki hakikatte müstakildiler; çünkü onlar
bilfiil canlı kartallarla hem-nişîn idiler; hâkimler memleketlerine nüfûz
edemedi. Fakat bundan sonra ki müstakildirler, asıl esaretleri şimdiden sonra
başlayacaktır. Onlar şimdi [s.1444]
bade-i istiklal ile sermest olduklarından bunları hissetmezler. Bir gün ecnebi
nüfûzları, lisanları, müessesat ve sermayeleri, şirketleri, kumpanyaları,
şömendüferleri vatanlarını istila edecek… Dağları delinecek, zî-kudret ve
zengin yabancılara, yalancı mütemeddinlere [uygarlık taslayanlara] hizmetkâr
olacaklar; omuzlarından tüfekleri alınacak, askere gidecekler, vergi
verecekler, dinleri kalmayacak, yalnız ihtimal kalplerinde Osmanlılığın
hatıra-i lâ-yemûtu canlanacaktır! Bilmem ki Arnavutluğun daha on beş sene ömrü
var mıdır? Ruslarla Balkan müttefikleri Arnavutluğu bizim himayemize tevdi’
etmek istiyorlar! Eminim ki hükümetimiz hamiyyeten mağlup olarak sırf bir unvan
için böyle bir felaketi daha başımıza dolaştırmaz! Biz ondan ancak
Arnavutluk’ta bari idâme-i İslam için tedabirde bulunmasını, muahede-i
sulhiyyeye buna dair kuyûd ve şerait vaz’ ettirmesini, memleketin yarısının
taksimine maatteessüf uzakdan nigehbân olmaktan başka bir şey yapamayan üç yüz
milyon İslam’ın bu suretle olsun gözyaşlarını kurutabilecek bir nefha-i
tesliyet elde etmesini bekleriz.
Cuma, 10 Mayıs 1329
[23 Mayıs 1913]
Akaretler, İsmail
Hami