31 Ağustos 2015 Pazartesi

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN


Bu dünyanın işlerine aklım ermeye başlar başlamaz rahmetli dedemden Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı hikayeleri dinleyerek büyüdüm. Ben 17 yaşındayken o 87 yaşında vefat etti.
Piri İbrahim Hoca'dan dinlediklerim gerçek, yaşanmış ve ağır bedellere mal olmuş hikayelerdi. Bütün o şanlı maziyi rahmetli dedemden dinlemiş biri olarak, tarihçi olmasam da İstiklal Harbimiz hakkında yalan, tezvirat ve iftiralarla dolu anlatılara itibar etmezdim.
Ne var ki bu gazilerimiz henüz sağ, melekeleri yerinde iken "canlı tarih anlatıları"na önem verip kayda geçirmeyen başta Türk Tarih Kurumu, TRT, Sinema Akademileri, Harp Akademileri, Tarih Bölüm ve Enstitüleri olmak üzere ne kadar ilgili kurum varsa hepsi suçludur. Bu kurumlar günümüzde İstiklal Harbi'ni inkar, itham, iftira ve isnat yoluyla küçültmeye karalamaya çalışanların ekmeğine yağ sürmüş, belki de en azından bir kısmı bu ihanete bilinçli olarak kalkışmışlardır.
Devletimizin kuruluşundan sonra yıllarca bu vatanın harcını kanları ile sulayan gaziler çektikleri zahmetlere rağmen hayatları ve gelecekleri ile ödedikleri bedelin karşılığında göklerde dalgalanan bayrağın altında hür ve müstakil yaşadıkları için bir talepte bulunmamışlardır. Ancak 1968 yılında gazilerimizden bazıları çok zor şartlar altında yaşadıkları, hiçbir güvenceleri olmadığı için İstiklal Harbi gazilerine cüz'i bir maaş bağlanmıştır.
Rahmetli Dedem Piri İbrahim Hoca'nın İstiklal Madalyası ve beratını sizlere takdim ediyorum. Emperyalizme karşı omuz omuza mücadele veren ve bu toprakları bizlere vatan kılan tüm kahramanları rahmetle yad ediyorum.







ALİ FİRUZAN BEY'İN MEKTUBU



Osmanlının son dönem mutasarrıflarından Ali Firuzan Bey, 8 Mart 1922 tarihli bir arzuhal yazarak son sadrazam Tevfik Paşa’ya gönderir. O tarihlerde görevden el çektirilmiş, mazul bir mutasarrıf olarak daha önce gönderdiği ve alelusul işlem yapılarak sonuçlandırılmayan bir talebinin yerine getirilmesi için sadrazamdan ricacı olur. Dahiliye Nezareti Memurin Kalemi'nde bile yapılması mümkün basit bir talep olduğunu belirttiği husus için hiyerarşiyi atlayarak, gözünü karartarak sadrazama yazmıştır. Artık bıçak kemiğe dayanmış bir halde olmalı ki arzuhalinin altına şu mısrayı ve notu kaydeder.


“Kalmadı gayrı tekâpûya mecâl ey Vehbî
Oturup gûşe-i ‘uzletde tahiyyât okuruz

Diyen şâir-i kadim gelsün de görsün, biz tahiyyât şöyle dursun derd-i maîşet yüzünden üç “Kulhuvallahi”yi bir yere getiremiyoruz.
A.F.”

[Şair-i Kadim: Sünbülzade Vehbi, Tekapu: Dalkavukluk
Guşe-i Uzlet: Uzlet Köşesi]




HAMİD'İN RUHŞAH'A MEKTUBU



Sultan Birinci Abdülhamid’in pek sevdiği Ruhşah hanıma yazdığı mektuplar yıllardır bilinir. Genellikle bu mektupları padişahlığı sırasında yazdığı iddia edilmektedir. Sevdiğinin ayağı altına yüzünü gözünü sürerek geceleyin gelmesi için dil dökmesi çok hoş karşılanmaktadır. Ben de akıl yürüterek bu mektupların şehzadeliği zamanına ait olduğunu ve padişah olsa idi bu kadar yalvarmasına gerek kalmayacağını düşünüyorum. İşte bizzat Sultan Abdülhamid’in elinden çıkma o güzel mektuplardan biri…

METİN

Ruhşahım Hamîd'in Sana Kurban Ola

Cenab-ı Hallâk-ı Âlem cemî mahlûkatın halikıdır. Bir kusur ile azâb eylemez. Efendim, sana bende olmuş bir kulunum, ister beni darb eyle, ister öldür, sana teslimim. Bu gece gel, niyazımdır. Billahi sebeb-i illetim ve belki mevtim olursun. Ayağın altına yüzüm gözüm sürerek rica ederim, kendimi zabt edemiyorum.

Billahilazim.



BİR MÜHTEDİ SÜNNET OLUNCA GÖZLERİNDEN NİYE YAŞLAR BOŞANIR?


1900 yılında Müslüman olup Ahmed Tevfik ismini alan biri Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’yi aracı kılarak padişah İkinci Abdülhamid’e bir teşekkür mektubu gönderir. Ahmed Tevfik’in kaç yaşında olduğunu bilemiyoruz ama ilerlemiş bir yaşı olduğu anlaşılıyor. Adamcağızı Müslüman olduğunda o yaşına rağmen sünnet olmaya Hamidiye Etfal Hastanesi’ne göndermişler. Çok anasının gözü biri olmalı… Can acısından gözlerimden yaşlar boşandı diyemiyor ama hastanede gördüğü ilgi ve şefkatten çok duygulanarak gözlerinden yaşlar boşandığını epey tumturaklı laflarla İkinci Abdülhamid’e bildiriyor.

METİN:

Cenab-ı Rabb-i Mennân halife-i Resûl-i Zîşân veliyyinimet-i bî-imtinân padişahımız efendimiz hazretlerini mâdâme’l-ekvân erîke-pîrâ-yı şevket-destân buyursun amin.
Kulları mahzâ eser-i tevfik-i Bârî ve hidâyet-i Samedânî olarak bu kerre şeref-i İslam’la müşerref oldum. Vâsıta-i şeyhülislâmî ile lede’l-arz hakk-ı ubeydânemde şeref-sünûh ve sudur buyurulan irade-i hikmet-ifâde-i cenâb-ı hilâfet-penâhî mantûk-ı münîfince emr-i mesnûn-ı hıtânım Hamidiye Etfal Hastahanesi’nde icrâ buyuruldu. İntizâm ve mükemmeliyeti gıbta-fermâ-yı cihân olan hastahane-i mezkûrede esnâ-yı hıtan ve tedâvide gördüğüm muamelât-ı insaniyetkârâne ve müşfikâneden dolayı merkez-i ihtisâsât olan kalb-i çâkerânemde husûle gelen hiss-i ulvî ile gözlerimden yaş dökerek dua-yı devâm-ı ömr u ikbâl-i şehen-şâhîyi edâ ve îfâ ile beraber hakk-ı bendegânemde bu suretle lem’a-pâş olan eltâf ve inâyât-ı seniyye-i mülûkâneden dolayı atebe-i seniyye-i hazret-i hilâfet-penâhîye arz-ı teşekkürât ve takdim-i tahmîdâta mücâseret eyledim. Her halde emr u ferman hazret-i men-lehü’l-emrindir.
Mühtedî Ahmed Tevfik Bendeleri
[Mühür]




TÜRK DEVLETİNDE “PARALELE HÜCUM” GELENEĞİ


Sultan Dördüncü Murad, Bağdat Seferinden dönerken uğradığı Diyarbekir’de o devrin en önemli mutasavvıflarından biri sayılan Urmiye Şeyhi Mahmud Efendi’yi idam ettirmiştir. 

Kırk bine yakın müridi olan, Azerbaycan’dan Bağdat’a kadar geniş bir coğrafyayı Diyarbekir’deki tekkesinden etkisi altına alan bu şeyhin, müridleri nezdindeki itibarı padişahlardan fazlaydı. Haliyle vücudu devletin bekası için muzır addedilerek ortadan kaldırılmasına karar verilerek idam edildi.

O yıllarda gerek devlet erkânı, gerekse halk nezdinde lehte ve aleyhte çok farklı tepkilere maruz kalan bu olay Tarih-i Naima’da ve muasır diğer kaynaklarda da anlatılmaktadır. Naima Mustafa Efendi’nin, Kâtip Çelebi’nin “Fezleke”sinden naklettiği ve aşağıdaki satırlarda yer alan idam gerekçesi o devirden günümüze kadar devletin zaman zaman tarikatler ve cemaatler üzerine saldığı tedhiş ve korkunun da ortak gerekçesidir.

Dördüncü Mehmed, Dördüncü Murad, İkinci Mahmud, İkinci Abdülhamid, Mustafa Kemal Atatürk ve şimdilerde Recep Tayyip Erdoğan’ın politikaları genellikle bu gerekçe ile yürütülmüştür.

METİN:

“Meşâyıhın bu makule ifrât üzre cemiyeti, hubb-ı riyâsete bâdî ve giderek saltanat davasına müeddî olagelmiştir. Tarika-i tasavvuf ile halkı devşirüp sülûk ve irşâd vesilesiyle hâss u âmmı başına üşürenlerden nicesinin tarikı, zuhur-ı devlete mütehavvil ve meşîhati hükûmet ve saltanata mütebeddil olduğu eslâfta defaatle vukû’ bulmuştur.”



21 Ağustos 2015 Cuma

SULTAN BİRİNCİ ABDÜLHAMİD’İN MEDET UMDUĞU TILSIMLI YAZILAR (VEFK)


Avrupa 18. yüzyılda Osmanlı karşısında kesin üstünlük kazanmaya başladığında Aydınlanma ilkeleri ile bilim ve teknolojide hamle üstüne hamle yapıyordu. Bu zaman diliminde Sultan Üçüncü Mustafa’nın Prusya kralının başarılarında payı olduğuna inandığı müneccimlerini bir süreliğine kendisine emaneten vermesi talebiyle Ahmed Resmi Efendi’yi elçilikle Almanya’ya gönderdiği bilinen gerçeklerdendir. Ne var ki halefi Sultan Birinci Abdülhamid’in de Şamlı Şeyh Yusuf Kürdi isminde tılsım, vefk, define vb. gizli ilimlerle! uğraşan birinin himmetinden medet umduğu bilinmez. Osmanlı Arşivi’nde bulduğumuz bir belgede Batı Dünyası ile Osmanlı Âlemi arasındaki düşünce dokusu farklılığını ve günümüzde kapanmaz hale gelen makasın ilk o zamanlar açılmaya başladığının izlerini görmek mümkündür.

Rusya ile 1768’de başlayan savaşın sonlarında Sultan Birinci Abdülhamid’in hükümdarlığı başlamış ve savaşı bitiren Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım’ı Ruslara kaptırmıştık. Bu sonuçta bir dahli olmasa da yıllarca Kırım’ı geri alabilmek hülyasıyla yanıp tutuşan Sultan Birinci Abdülhamid ömrünün sonlarına doğru Avusturya ve Rusya ile büyük bir savaşa girişmişti. Bu savaşın başlarında 1789’da vefat ederek yerini Sultan Üçüncü Selim’e bırakacak ve süren savaş ancak Avusturya ile 1791 Ziştovi, Ruslarla 1792 Yaş Anlaşması ile sona erecektir.

Bu iki savaş ve anlaşma arasında geçen hükümdarlık yıllarında çok gayret etmesine rağmen Osmanlının baş aşağı giden seyrini geri çevirememiştir. Avrupa, Aydınlanma birikimi ile bilim ve teknolojinin nimetlerinden istifade ederek her fırsat ve icadı Osmanlı aleyhine geliştirip kullandıkça Osmanlı da ara sıra çağına ayak uydurma girişimlerinde bulunmuş ama kifayetsiz kalan bu çabalar sönüp gitmiştir. Birinci Mahmud devrinden itibaren bilhassa Fransa’dan getirilen uzmanlarla başlatılan ve günümüzün İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli olan Mühendishane’nin açılması, bürokrasi ve ordudaki yenileşme çabaları, en başta yeterli kadroların yetiştirilememiş olması, yüzyılların birikimi alışkanlıkların yeni yaklaşımlara uyarlanamaması gibi yetersizlikler yüzünden etkisiz kalmıştır.

Birinci Abdülhamid, Avusturyalılarla savaşın en yoğun zamanlarında bunalmış olmalı ki Şam’lı Şeyh Ahmed Kürdi’den gelen, tılsımlar, vefkler, sihirlerle düşman üzerine galibiyet vaatlerini bir çırpıda reddetmek yerine,  Arapça mektubun çevirisini bildiren sadrazamın telhisi (özeti) üzerine el yazısıyla bu tılsımların tecrübe edilmesi için şeyhin Şam’dan İstanbul’a getirilmesini emretmiştir.

Mektubun aslı elimize geçmediğinden sadrazamın özeti üzerinden olayı tahlil etmeye mecburuz. Şeyh Ahmed’in kimliği hakkında kaynaklarda bir bilgiye şimdilik rastlayamadık. Kendi ifadelerine göre Şeyh Yusuf Kürdi adında birinin oğlu olup, tılsım, vefk fennini babasından öğrenmiş. Babası ihtiyar halinde oğluna nasihat edip ömrünün sona yaklaştığını, deniz gibi ilminden! çıkarılacak büyük bir vefki Osmanlı Devleti’ne hediye etmeyi arzulamış. İslam’ın zaferi, kafirlerin kahrolması için on bin haneden ibaret büyük bir vefki tam bir senede tamamlamış. Bunu hediye etmek için 1199 Hicri-1785 Miladi tarihinde gemiyle İstanbul’a gelmişler ama yolda rahatsızlanan babası otuz gün içinde ölmüş. Bunun üzerine  oğlu Şeyh Ahmed elem ve kederinden Şam’a geri dönmüş. Buradan itibaren kendi ifadeleriyle “Şam-ı Şerif’e avdet eyledim ve işittim ki vezir-i sabık azl ve kaviyyüddin ahar vezir geldi. Şöyle ki salihleri sever ve kefere milletine dahi buğz ve adavet eder. Binaenaleyh bu kıssayı ihbar etmeğe murad eyledim” demektedir. Anlaşılan İstanbul’a geldiklerinde sadaret makamında Sadrazam Halil Hamid Paşa oturmaktadır. Birinci Abdülhamid’e darbe hazırladığı ithamıyla 31 Mart 1785 tarihinde azledildikten sonra idam edilen bu sadrazam hakkında devrinin bazı kaynaklarında “Mason” olduğu iddiası varittir. Muhtemeldir ki tılsım, vefk gibi şeylere itibarı olmayan Halil Hamid Paşa ile görüşemediler ve Şeyh Ahmed buralarını mektubunda anlatmadı. Çünkü ondan sonra sadarete gelen “dini kavi diğer vezir” olarak bahsettiği Hazinedar Şahin Ali Paşa Danişmend’e göre kölelikten yetişme ve ümmi. Halep Valiliği zamanında Şeyh Yusuf ve oğlu Ahmed’i de tanıma olasılığı yüksek. Böyle tılsımlı işlere de ilgisi olmalı ki Şahin Ali Paşa’nın sadarete geçtiğini duyan Şeyh Ahmed elem ve kederi bertaraf ederek hemen yeni sadrazama bu mektubu yazarak yarım kalan padişaha ulaşma girişimini yeniden başlatmaktadır.

Dünya mansıp ve makamlarından bir talebi olmadığını iddia eden Şeyh Ahmed, kimya ilmiyle de uğraştığını, zehir gideren yüzük yaptığını, define bulma gibi özelliklerini de peşpeşe sıralayarak, ısrarla İstanbul’a gönderilmesi için Şam valisine bir emir yazılmasını rica eder.

Anlattıklarında ilginç bulduğum husus vefkinin özellikleridir. Tüfek atışlarında nişan desteği olarak kullanılan üçayak, sehpa adını verdiği düzeneğin altına bu vefk yerleştirilip, özel buhuru da yanında yakılırsa hareket edip değirmen taşı gibi döndüğünü iddia etmektedir. Bu vefkin dönmesiyle düşman ordularının nasıl kahrolacağını anlatmamaktadır ama vefkinin aynısını yapmağa gücü yetecek tek bir kişinin olmadığını da belirtir.

Telhisi sonuna kadar ilgiyle okuduğu anlaşılan Sultan Birinci Abdülhamid, anlatılanlar doğru ise bundan daha faydalı bir şey olmaz, doğru ise hizmet etmiş, yalan ise yalancı olmuş olur diyerek Şeyhin gizlice İstanbul’a getirilmesini emreder.


METİN


Benim vezirim,

İşbu mütercem olan tahriratınız tamam vaktimize göre zuhuru sahih ise Devlet-i Aliyye’ye harben ve mâlen bundan ziyade fevayidi melhuz olmaz. Sırren zât-ı maarifi vali-i Şam tarafından davet ve menzil ile gelmesi ve geldikte bakalım davası sahih olur ise tamam hizmet etmiş olur. Edemez ise kezzâb olmuş olur. Heman def’-i şübhe getürdesiz, imhal olmasun.

Şevketlü, kerametlü, mehabetlü, kudretlü, veliyyinimetim, efendim, Padişahım.

Bu defa Şam-ı Şerif sükkanından Şeyh Yusuf Kürdi’nin oğlu Şeyh Ahmed nâm bir kimesne tarafından çakerlerine Arabiyyü’l-ibare bir kıt’a kaime ve derununa melfufen bir kıt’a şukka vürud etmekle hulasa-i tercemesinde merkum Ahmed’in pederi ulema-i Irak’dan olup ancak vatanından Şam-ı Şerif’e hicret ve anda tavattun edip ve pederi merkum Yusuf Kürdi cemi’ fünûn-ı garibeye âlim ve ârif olduğunu ve hatta hükemaya mahsus olan tılsımlar ve rasadlara ve evfak fenlerine dahi âlim olup vakta ki günlerden bir gün pederim ile tenha oturur iken “ey benim oğlum, ekser ömrüm geçti ve mevt karib oldu ve çünkü bu ilimleri bilirim, lazım oldu ki benim bahr-i ulûmumdan bir tılsım-ı azim ve vefk-ı cesim istihrac ve Devlet-i Osmaniye’ye ihda edeyim ki nusret-i İslam ve kahr-ı küffara sebep olsun” deyü bana bir vefk-ı azim istihracını emreyledi. Ve hâlbuki ol vakitlerde pederimin cemi bildiklerini ben dahi andan taallüm etmişidim ve bilür idim. Binaenaleyh on bin hane olmak üzere bir vefk bir sene-i kamilede yazdım ki tecrübe ve delili zahir ve kolaydır. Mesela bu vefki üç ayaklı bir şeyin altına yani tüfenk vaz’ edip nişan attıklarında istimal olunan üç ayaklı sehpa dedikleri şeydir. İşte anın veyahut anın misillü üç çubuğu bir yere getirip başlarını bir parça sicim ile bağlanıp yere vaz’ olunsa sehpa olur. Anın altına vaz’ olunsa ve o vefika mahsus buhur ile tebhir olundukta o vefk taharrük eder ve döner. Güya hemen değirmen döner gibi döner ve Vacib Teala hazretlerine kasem eder ki yeryüzünde cemi nas müctemi olsalar böyle bir vefk yapmağa kadir olamazlar. İşbu vefki yaptıktan sonra bin yüz doksan dokuz senesinde pederim ile gemiye süvar ve İstanbul’a müteveccih olduk. Lakin bi-takdirillahi teala gemide pederim hasta oldu ve eğerçi İstanbul’a dâhil olduk lakin pederim otuz gün yaşadı ve badehu vefat eyledi ve beni dahi hüzn ü elem istiab etmekle tekrar Şam-ı Şerif’e avdet eyledim ve işittim ki vezir-i sabık azl ve kaviyyüddin ahar vezir geldi. Şöyle ki salihleri sever ve kefere milletine dahi buğz ve adavet eder. Binaenaleyh bu kıssayı ihbar etmeğe murad eyledim. Hatta fütuhata sebep ola ve eğer muradınız olur ise Şam valisine bir mektup tahrir ve bana dahi bir kâğıt tastir ediniz ki beni İstanbul’a göndersin. Vardığımda senin için bir tılsım yaparım ki cemi’ âlât-ı harbi senden def’ eder. Ve hâtem yaparım ki semmi giderir. Ve ben bu hususta bir nesne arz ve talebim yoktur. Zira bu fen ashabı dünyaya muhtaç değildir. İnşallah beni ve ahvalimi müşahade eylediği[ni]zde benim sıdkım malum olur. Ey vezir-i azam malumun olsun ki ben bir recülim. Allahü teala hazretleri ulum-ı garibeyi ihsan etmiştir. Cümleden biri ilm-i kimyadır ve bu fennin cüziyat ve külliyatına ârif olduğumdan Devlet-i Osmaniye’ye bunu dahi bildireyim ki zira bu ilm mülûk ve selâtine layıktır. Ve ben dünya ve manasıba muhtaç değilim. Mücerred garazım bu fenni hazine-i mülûka isal ile nusret-i İslam ve dine sebep olmaktır. Ve yine ben cenab-ı melik içün bir tılsım yapayım ki cümle yeryüzünde olanlar yapmağa kadir olmayalar. Ve ben bazı defineler dahi feth ederim ki gayrıları kadir olamazlar ve o define ve kenzler içün vaz’ olunan rasadları dahi def’ ederim. İnşaallah bu surette bir saat mukaddem tatar ile vali-i Şam kullarına ve bana kâğıtlar gönderesiz hatta tatar ile terfikan menzil ile beni göndersün deyü Arabi kâğıt ve şukkanın hulasa-i tercemesi bundan ibarettir. Bi-avnihi teala dediği gibi Şam valisine nihani bu tarafa göndermek üzere bir mektup ve kendüye dahi gelmek üzere ahar bir kâğıt gönderilür ve geldikte bu dahi tecrübe olurur. İşe yarar ise febiha yaramaz ise yine iade olunur. Emr u ferman hazret-i men-lehül emrindir.







16 Ağustos 2015 Pazar

FATMA ALİYE HANIM



Son zamanlarda Fatma Aliye Hanım hakkında yanda görülen paylaşım dolanıyor. Osmanlının son devir devlet ve ilim adamlarından Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı olan Fatma Aliye ve Emine Semiye hanımlara akıl almaz isnatlarda bulunuluyor. 50 TL’lik banknotların üzerinde portresi bulunan Fatma Aliye Hanım hakkında hiçbir fikri ve bilgisi olmayan biri yalan yanlış bir şeyler karalayarak bu para üzerinden politika yürütüyor. Kimin kaleme aldığını bilemediğim bu metin, binlerle ifade edilecek sayıda paylaşılmış. 

Geçenlerde bir defa bu konuya değinmiştim ama yeterli olmamış ki halen listemdeki arkadaşlardan bu paylaşım tekrar tekrar ekranıma düşüyor. Ben de Fatma Aliye Hanım’ın 1927’de basılmış özel bir kitapta Gazi Mustafa Kemal Paşa hakkında yazdıklarını aktarmaya gayret ettim. Aynı kitapta Emine Semiye Hanım’ın yazdıklarını ise meraklı zihinlerin tetkikine havale ettim. Umarım kimin yazdığı belli olmayan yalan yanlış metnin kötü tesirini bir nebze olsun izale edebilirim.

METİN:

Mustafa Kemal Paşa hazretlerine dâhi demek kâfi değildir. Dühat-ı erbaada [İslam tarihinin Emeviler döneminde bazı komutan ve devlet adamlarını dâhi olarak kategorize edenlerin bulduğu terim. Dört dahi, altı dahi gibi kategorileri vardır], onlardan evvel ve âhir şark ve garpta gelen bütün dâhiler de tetkik ve mütalaadan geçirilince bunların her biri halaskârımıza misal olamaz, o yüksekliğe varamaz.

Ordusu dağıtılmış, eslihası [silahları] toplanmış, işgal altına alınmış bir milletin karşısındaki son sistem esliha ve teçhizatıyla mürettep [düzenlenmiş] ordulara galebesi o dâhilerin de akıl erdirebileceği bir şey değil idi.

Mustafa Kemal Paşa vatanı halâs edeceğini, düşmanı denize dökeceğini söyledi. Bir kavmin peygamberinin mevaidine [vaad ettiklerine] itikat eylemesi gibi etrafına toplanan millet ona itimat eyledi. Bu ne muvaffakiyettir. Anadolu’yu tetkik ve teftişe giden ecnebi zabitlerinin mümtazları [seçkinleri] aklen ve fennen Yunan ordularına galebemiz mümkün olmadığını söylüyorlar, artık vatanın parça, parça taksiminden başka bir şey kalmadığı zannında bulunuyorlardı. -Meğerki bir mucize ola- deniliyordu. Gazimiz dediğini yaptı harikalar gösterdi. Vatana istiklaliyetini de kazandırdı. Kadınlara cemiyet-i beşeriyedeki mevkilerini verdi. Yalnız Türk tarihinin değil, tarih-i cihanın en parlak sahifesini işgal eyledi.

-Büyük Mustafa Kemal- tarihte büyük namı verilenlerden daha büyük oldu. Galebemizin ancak bir mucizeye kaldığını erbab-ı fen söylemişlerdi. Zaferi kazanan Hazret-i Gazi bir Mucize-i Rabbani’dir.

FATMA ALİYE

Yazının sonunda bahsettiğim paylaşımı ek olarak veriyorum.Sakıncalı da olsa paylaşıyorum ki bu kadar temelsiz ve üfürükten iddiaların kamuoyu nezdinde itibar görebildiği bir cehalet ortamında doğruyu arama yolunun ne kadar meşakkatli ve saygıdeğer olduğu anlaşılabilsin.





















YUNANİSTAN DEVLET DEĞİL


Ben bu iddiayı Alain Touraine kadar fasih dile getiremiyordum çünkü "kendin çal kendin oyna" faslından değerlendirilirdi. Adam verileri sıralayınca siz de tezine hak verebilirsiniz. İlave olarak Ermenistan'ın da devlet olmadığını söyleyeyim de farkım olsun. Yunanistan ve Ermenistan batı emperyalizminin Türkiye'yi Anadolu'da stabil tutmak ve batı ile doğudaki doğal sınırlarını belirlemek maksadıyla oluşturulmuş devletçiklerdir.
Tourain'in dile getirmediği noktayı da şöyle formüle edebilirim: "Yunanistan bizden bağımsızlığını kazandıktan sonra Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet aşamalarından geçemedi. Bize bağlı olsaydı onları da MODERN bir ülke haline getirebilirdik."

İKTİBAS

"Yunanistan 1830’da kurulmuş bir ülke ama hiçbir zaman devlet olamadı. Yunanistan’da kadastro yok; bu yoksa vergi toplayamazsınız. İkincisi, Almanya Başbakanı Merkel çok yetkin biri. Almanya’nın Yunanistan’a koştuğu şartlar arasında, bağımsız bir istatistik enstitüsünün kurulması da vardı. İstatistiğiniz yoksa, nasıl bir ekonomi politikası izleyeceksiniz? Yunanistan’ın yok! Üçüncüsü, Yunan Anayasası’nda “Armatörler ve Ortodoks Kilisesi vergi vermez” diyor. Yani Yunanistan’da parası olanlar vergi vermiyor. Onassis gibi milyarderler vergi vermiyor mesela! Hatta Yunanların günde 60 Euro çekebildikleri son krizde, bankalar kapanmadan 100 milyar Euro’nun yurtdışına çıktığı söylendi. Vergi vermemek için bu paraları kaçırdılar. Hiçbir bilinci, milli unsuru, devleti bile olmayan bir ülke Yunanistan. Uluslararası kapitalist düzende yaşıyor ama. Orada emeklilik yaşı 53, Fransa’da 68. "


 http://www.haberturk.com/polemik/haber/1116370-touraine-yunanistan-devlet-degil

15 Ağustos 2015 Cumartesi

BİR TUFEYLİ


Tufeyli yaşar bir herif bir bahçeye girmiş. Bakmış ki beş altı kişi bahçede oturmuşlar eğleniyorlar. Bu adam da tufeyli olarak yanlarına gider oturur. Herif bu adamı istiskal için derler ki «şu bahçede bu Perşembe gününden gelecek Perşembe gününe kadar oturalım eğlenelim.»
Biri der ki «pekâlâ olur bir haftalık yemek benim üzerime olsun»
Diğeri «bir haftalık işret de benim üzerime.»
Bir diğeri «çalgı da benim üzerime»
Bir diğeri «bağ ücreti de benim üzerime»
Tufeyliye derler ki «siz üzerinize neyi alacaksınız?»
Tufeyli dahi «eğer bir hafta buradan bir yere gidersem Allah’ın laneti de benim üzerime olsun» demiştir.



KERKÜK HAVALARI


Kerküklü abide şahsiyet Ata Terzibaşı'nın 1961'de yayınladığı "Kerkük Havaları" kitabının arka kapağında Latin alfabesi geri kalan tamamında eski harfli Türk yazısı kullanılmış.  Bal gibi türkçe ama bizdeki kafa karışıklığı ile kategorize edip işin içinden sıyrılmak kolay değil. Buna bile Osmanlıca diyenler çıkıyor. 83. sayfada "Hasan Türküsü"ne rastladım. Her köşe başında böyle bir değere rastlasak, gözümüze çarpsa neler olur bir düşünün... Dede Efendi'den girip "Debreli Hasan'dan" çıkarız, Debre'de Martini atar, Kerkük'te hoyrat olur, mani olur, bu dünyanın aklını başından alırız. Ne yazık ki her gün budanıyoruz, tutunacak ne dal, ne de kol bırakıyorlar. Bu kültürü özümsemeden, öğretemeden neyin iddiasını sürdürebiliriz ki...


DURMA VUR-ZİYA GÖKALP


Kızılelma'dan

Durma, Yunan, durma: kibrini artır!
Türklüğün başına hakaret yağdır!
Uyuyan bir kavme bu zillet azdır
Vur, eski kölesi, utandır onu!
Bırakma, uyusun, uyandır onu! 


Bu yurdun haznesi onun elinde
Fakat anahtarı senin belinde
Kalmış aç ve garip kendi ilinde
Vur, eski kölesi, utandır onu!
Bırakma, uyusun, uyandır onu!

Zorla onu, yeni revişe girsin,
Gemi yapsın, alış verişe girsin.
Fabrikalar açsın, her işe girsin,
Vur, eski kölesi, utandır onu!
Bırakma, uyusun, uyandır onu!

Sıkıştır ki ordu, donanma yapsın,
Garpta ne terakki görürse kapsın,
Türklüğü tanısın; Tanrı'ya tapsın,
Vur, eski kölesi, utandır onu!
Bırakma, uyusun, uyandır onu!

Zannetme, yaptığın hoşa gitmiyor
Terakkimiz koşa koşa gitmiyor
Emin ol, emeğin boşa gitmiyor;
Vur, eski kölemiz, utandır bizi!
Bırakma dalalım, uyandır bizi!

Ziya GÖKALP




ZÜBEYDE FITNAT HANIM POLEMİĞİ

Fatih Çarşamba İsmail Ağa Camii haziresindeki rahmetli Zübeyde Fitnat hanıma ait bu mezar taşı 1950'li yıllarda İbrahim Hakkı Konyalı ile İsmail Hakkı Uzunçarşılı'yı birbirine düşüren taştır. Konyalı'nın bu mezarın meşhur şaire Fitnat Hanım'a ait olduğu iddiasına Uzunçarşılı itiraz etmiş ve aralarındaki polemik epey uzamıştı. Sonunda Şaire Fitnat Hanım'ın mezarının Eyüp Türbesi arkasında olduğu ispatlanarak mesele kapanmıştı. Buradaki mezar taşı da muhtemelen Fitnat hanım sülalesinden olup aynı isim verilen torunlardan birine ait olmalı. Ayrıntılı malumat için DİA'da Ömer Faruk Akün hocanın Fitnat Hanım maddesine bakılabilir.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

BİR ESRARKEŞ


1885 baskısı "Letaif" kitabında rastladığım bir fıkra. Aslında 'Rüşdiye' seviyesinde bir okuma kitabı. O devrin anlayışı ve üslubuna hassaten dikkat çekerim. Bu metin hangi dilde? Osmanlıca mı, Türkçe mi? Basit bir fıkra deyip geçmeyin. Bu metin ve kitaptaki diğer fıkralardan ne kadar çok sosyolojik analiz yapılabilir.

BİR ESRARKEŞ

Esrarkeşlerden biri bir gün esrarı ziyadece çekmiş. O keyif ile karısının esvabını giyip başına bir hotos koymuş sokağa çıkmış. Bir berber dükkânı önüne geldikte meğer berber, herifin ehibbasından imiş. Haline acıyıp hemen aynayı kaptığı gibi herifin karşısına tutmuş. Herif gözünü açıp kendisini aynada karı kıyafetinde görünce «eyvah kocamdan izinsiz sokağa çıkmışım, herif duyarsa beni boşar» diye bir koşu evine gitmiş.

11 Ağustos 2015 Salı

BEN BİR TÜRKÜM



Çanakkale Savaşları’nın gerçekleştiği sene, yani bundan tam 100  yıl önce,  Ahmed Nedim imzalı bir şiir yayınlanır. “Ben Bir Türküm” adlı bu şiir, şairin “Hediye-Büyük Ordularımızın Sevgili Neferlerine” isimli kitabında yayınlanmıştır. Ahmed Nedim Bey, tam adıyla Ahmed Nedim Servet Tör olarak anılırsa tanıyanlarınız çıkacaktır. Hiçbir yerde çevriyazısına rastlayamadığım bu şiiri sizler için yeni yazıya aktardım.  Şairinin aziz hatırasına hürmetle ben de sizlere hediye ediyorum. (Bu kitap bende dijital kopya olarak mevcut. Şiirin son kıtası maalesef hatalı basılmış, eksik kısımları tamamlayabilirsek mükemmel bir iş olur)

BEN BİR TÜRKÜM

--sevgili köylüme—

(ben bir türküm) nice yıl dedelerim, cihâna
fedâkârlık yolunda, yiğitlikle şân verdi.
yaradana sığınıp atıldıkça meydâna
nice yalçın kal’alar, nice tahtlar devrildi.

(ben bir türküm) türkleri, çok zamanlar, uzaktan
bütün erlik meydanı, gelişinden tanırdı.
yalın kılınç karşıdan onu gören bir düşman,
azraili mutlaka karşısında sanırdı!

(ben bir türküm) tarihte benim ismim çok geçer
tarih der ki «Türklere, ülkeler dar gelirdi
ölümleri korkutan, o tunç yüzlü yiğitler
nice yıllar dünyayı, cenk yerine çevirdi.»

(ben bir türküm) silsilem, yedi göbek saydırır
vatanının uğruna şehit düşen erleri.
şu mübarek topraklar babamızdan mirastır,
onlar hep kan dökerek aldılar bu yerleri.

(ben bir türküm) yurdumu, milletimi severim
türklük benim en büyük şerefimdir, şânımdır.
(ben bir türküm) daima bununla fahr ederim
türk milleti, türk yurdu kendi ruhum, cânımdır.

(ben bir türküm) âlemde kuvvetimle yaşadım
(bir türk kadar kuvvetli) sözü hâlâ meseldir
hakkı sever… sözünden dönmez geri bir adım
o mübarek insanın ahlakı da güzeldir!

(ben bir türküm), ahlakı pek saf olan o türkler,
hamurunu kimseye danışmadan yoğurur…
kendi yemez yedirir, acizleri esirger…
umulmadık zamanda, ne cevherler doğurur?

(ben bir türküm) bilemem her nedense, sonradan…
nice yıldır talihim dönmüş idi aksine.
hele, ölüm halinde, inler iken şu vatan…
bir yardımcı gelmedi onun hasta sesine.

çok zamandır, türkoğlu, zincirsiz bir esirdi.
fakat artık çilesi, kara bahtı dolmuştur.
o, bir yılda bin yıllık, bir imtihan geçirdi,
gayretine düşmanlar bile hayran olmuştur.

(ben bir türküm) o eski türkoğlunun bugünkü
yiğit nesli…  öz oğlu… o kahraman yavrusu,
-gösterdiği himmetler, gayretlerle- o dünkü…
vak’aları gölgede bırakmıştır doğrusu!

(ben bir türküm) tarihim, nice şanlı vak’alar
nice büyük, şerefli zaferlerle doludur.
fakat, bu gün o kanlı boğazdaki kal’alar
elbet başlı başına, bir tarihi doldurur!

(ben bir türküm) ……………………………..
bağıralım ……………………… herkese
(kahramanlık), (yiğitlik), ne demektir bilenler
hürmetlerle dinlesin, hep eğilsin bu sese!

10 Eylül sene 331 [23 Eylül 1915]
Ahmed Nedim







5 Ağustos 2015 Çarşamba

ENVER PAŞA MÜHÜRLÜ RÜTBE TEVCİHİ


Bundan tam 100 yıl öncesi tarihli bir tevcihin belgesi. Bursalı Bekir Sıdki Efendi'ye mülazım-ı sani=üsteğmen rütbesi tevcih edilen bu belgenin altında yer alan mühür Enver Paşa'ya aittir. Yazısı son devrin Divani hattıyla kaleme alınmış güzel bir numunedir.

METİN

Gayretlü Bekir Sıdkî Efendi
Derkâr olan dirâyet ve ehliyetine mebnî lede’l-arz şeref-müteallik buyurulan irade-i seniyye-i cenâb-ı hilâfet-penâhî mantûk-ı celîli vechile uhdene Ağır Topçu Mülâzım-ı Sânîliği rütbesi tevcîh kılınmış olduğundan her halde ber-mûceb-i kânûn îfâ-yı hüsn-i hizmetle iktisâb-ı feyz u rif’ate sa’y u gayret eyleyesin.
Fî 19 Safer sene 333 ve Fî 25 Kânûn-ı Evvel sene 330 [7 Ocak 1915]

[MÜHÜR]
Harbiye Nazırı Enver