30 Mart 2015 Pazartesi

MİTHAT SERTOĞLU'NU VEFATININ YİRMİNCİ YILINDA RAHMETLE YAD EDİYORUM

1913 İstanbul doğumludur. 1907’de Saraybosna’dan Kozan’a hicret eden, sonra İstanbul’a yerleşen bir aileye mensuptur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1946 senesinde o zamanki adıyla “Arşiv Umum Müdürlüğü”nde göreve başladı. 1955 yılında arşivin ilk rehberini yayınladı. Çalışmaları ile göze çarptığından 3 Mayıs 1958’de vekâleten, 15 Ağustos 1960’da asaleten Arşiv Umum Müdürlüğüne getirildi. 1961-71 arasında da İÜ Tarih Bölümü’nde dersler verdi. Bu derslerin büyük kısmını Arşiv’de dershane haline getirdiği bölümde verirdi. Atilla Çetin, Suraiya Faroqhi gibi öğrencileri oldu. 
Ülkenin kıt imkânlar içinde bunaldığı altmışlı yıllarda kurumun Uluslararası Arşiv Kongrelerine katılması, personelin yurtdışına eğitim amacıyla gönderilmesi için her türlü zahmete göğüs gerdi. Bu sayede Osmanlı Arşivi tüm dünyada daha çok tanınmaya ve araştırmacıların ülkemize gelmesine sebep oldu. Arşiv personelini hem yayına zorlamak, hem de telif hakkı alarak iktisaden rahatlamalarını sağlamak maksadıyla “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi” nin kurulmasına ön ayak olmuş ve bu dergi ile birçok arşivcinin çalışmalarını yayınlatmıştır. 1973 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. 
15 yıllık fiili genel müdürlüğü döneminde efsane arşiv müdürü kimliğiyle uluslararası tarih ve arşivcilik camiasının en önemli isimlerinden olmuştur. Arşivin yeniden yapılandırıldığı 1986-87 döneminden itibaren genç arşiv personeline hizmet içi eğitim vererek engin tecrübelerini yeni nesle aktarmaktan kaçınmamıştır. Emekliliğinden sonra da tarih alanında kitap ve dergi yayınlarında çalışmış, yüzlerce makale, çok sayıda kitap yayınlamıştır. Şahsen kendilerinin mümtaz mesleki hayatını örnek almaya çalışan bir mübtediyim...
29 Mart 1995’de vefat ederek Çamlıca Mezarlığı’na defnedilmiştir. Merhum genel müdürümüz Mithat Sertoğlu’na vefatının 20. Yılında Allah'tan rahmet diliyorum.

 

29 Mart 2015 Pazar

TÜRK TİPİ BAŞKANIN CEP HARÇLIĞI


“Osmanlı Padişahlık Sistemi” kuruluştan yıkılışa kadar değişik şekiller alsa da “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” diye referans gösterildiğine göre bu padişahlığın bir iki özelliğinden bahsetmek lazım. Evvela padişahların miras bırakma diye bir dertleri yoktur efendim. Bu yüzden olsa gerek matem kısa tutulur, hemen yeni padişahın tahta çıkışı törenlerine başlanır. Yeni padişahın, babasının, amcasının veya ağabeyinin ardından üzülmesine zaman bırakılmaz. Ölen padişah öldüğüyle kalır, çoluk çocuğu, yerine gelen padişahın merhametine muhtaçtır. İslam Hukuku’nda büyük yeri olan miras bırakma hakkı örfen padişahların elinden alınmıştır. 1912’de “Hanedan-ı Saltanat Kanunu” çıkarılıncaya kadar böyledir. Bu tarihe kadar yeni padişahın insafına terk edilen şehzade, hanım sultan ve padişah hanımları ilk defa bir kanunla haklarını kazanmışlardır. Ne acıdır ki, hanedan düşmanı olmakla suçlanan İttihad ve Terakki bu düzenlemeyi yapmış, o şehzadelere yine de yaranamamıştır.

İkinci olarak padişahlar öyle istedikleri gibi, kafalarına göre para harcayamazlar, örtülü ödenekleri yoktur. Paranın geldiği yerler ve harcandığı yerler aşikârdır, gizli saklı olmaz. Bunların da tahsisatları vardır. Mısır Hazinesi padişaha cep harçlığı olarak tahsis edilmiştir. Kafasına göre bu hazineden para çekemez. Hazineden çıkan paraların illa ki kaydı tutulur. İşte buradaki “Teslim Tezkiresi” adı verilen belgede de Sultan Dördüncü Murad en üstüne kendi mührünü basarak, Kapıcılar Kethüdası eliyle teslim aldığı 625 kuruşun tezkiresini hazineye göndermiştir.

Diyelim ki hazinede para kalmadı, o zaman ne oluyordu acaba? İşte bu durumlarda, isyan etmesinden korkulan yeniçerileri susturmak veya aşırı uzun süreli savaşlarda ordu masraflarını karşılayabilmek için saraydaki altın-gümüş evani, o da yetmezse ayrı bir hazine olan “Raht Hazinesi”ndeki mücevherli eğerler bozdurularak kamunun harcamalarına ayrılırdı. Günümüzde Topkapı Sarayı’nda bu mücevherli eğerlerden hiç kalmamış olmalı ki bir tanesi bile teşhirde değildir. Türk Edebiyatı Vakfı’nda bir konferansta o zamanki saray müdürü İlber Hoca’ya niye teşhirde hiç eğer yok diye sorduğumda yarım ağız cevap vermişti de hiç kalmadığına iyice ikna olmuştum. Topkapı Sarayı’ndaki defterleri bilmiyorum ama Osmanlı Arşivi’nde mevcut “Raht Hazinesi Defterleri”nde kayıtlı binlerce eğerin üzerindeki inci, elmas, yakut, zümrüt ve pırlantaları birileri tez yapsa da bu mücevherler bugün nerede diye sorsa…

Metin:


SULTAN DÖRDÜNCÜ MURAD’IN MÜHRÜ

Ruznamçe Defterlerine kaydoluna

Tesli-------------------------------------------m
Be-Hazret-i Padişah-ı alem-penah eyyedallahü teala devletuhu
be-rây-ı harçlık-ı ceyb. El-vaki fî Yirmi Dokuz Receb sene 1038

Guruş-ı Kâmil
Aded
Altı yüz yirmi beş


Teslim be-Kethüda-yı Bevvabîn
Fi 29 B. sene 38

Nukilet [sağ taraftaki helezonik yazı]

27 Mart 2015 Cuma

STRATEJİMİZ YÜZ SENE SONRA DA AYNI


Bizim Çerkez bildiğimiz Hareket Ordusu Kumandanı ve sonradan Sadrazam olan Mahmud Şevket Paşa'ya Arap kefiyesi giydirmişler ve «Kavm-i Necib-i Arap'tan sadrazamımız var, Türk-Arap kardeşliği, Osmanlılık, vatan, vs. vs. vs.» Demek ki bu taktik tutmuyor agalar... Değiştirin şu stratejiyi...
Resim Altı Yazısı:
KAVM-I NECİB-İ ARAB’A MENSUB OLAN SADRAZAMIMIZ
Suriye ve Beyrut Islahatının, Araplara isnad edilen fikr-i iftirakın sık sık mevzu’-ı bahs olmakta bulunduğu şu günlerde Arap vatandaşlarımız bir taraftan Arnavutluk’ta «her dem mütezayid bir mahiyet-i elem ile» devam eden faciaya nazar-ı ibretle bakmak, diğer taraftan da Osmanlılık aile-i ictimaiyesi içinde, Arap’la Türk’ün daima farksız iki kardeş teşkil etmiş olduğunu düşünmek mecburiyet-i vicdaniyesindedirler. Arnavutluk hailesi her gün yeni bir vak’a-i felaketle muvacehemizde münceli bulunduğu cihetle burada ondan bir misal getirmeğe lüzum görmüyoruz. Arap’la Türk’ün revabıtına gelince, bize en yakın görülmemeğe en ziyade maruz oldukları içün bu iki unsur arasındaki ittihad-ı asır-dîdeye yeni bir numune irae etmek ve Osmanlı ülkesinin re’s-i idaresinde bu gün bir Arap sadrazam bulunduğunu hatırlatmak istedik. Filhakika Sadrazam Mahmud Şevket Paşa hazretleri evlad-ı Araptandırlar. Derc ettiğimiz tasvirleri de kıyafet-i Arabiyeleriyle 1319 senesinde Hicaz’dan avdetlerinde alınmıştır. Şu halde bir “Türk-Arap mesele-i siyasiyesi” ihdas etmekten ise bütün vatanı muhtac-ı tedavi bir mader-i müşterek gibi görerek mesaiyi onun tedavisinde temerküz ettirmek daha layık değil midir?
AİLE-İ OSMANİYE’DE ARAP’LA TÜRK’ÜN FARKI OLMADIĞINA YÜKSEK BİR DELİL




26 Mart 2015 Perşembe

ARŞİV KANUNU YİNE BİR BAŞKA BAHARA KALDI


Osmanlıdan intikal ettiği şekliyle adını koruyan Hazine-i Evrak'a 1937''den sonra "Arşiv Dairesi" denilmiştir. 1943'den itibaren bir umum müdürlük olarak anılacak ve Kenan TUNA ilk umum müdür olacaktır. Kuruluşundan beri Sadaret ve Başbakanlık etrafında örgütlenen Hazine-i Evrak, Başvekâlet Arşiv Umum Müdürlüğü resmi adını aldıktan sonra da Başbakanlığın özel kalem ve yazı işlerinin arşivi olarak algılanmazdı. Burası sadece Osmanlı belgelerinden ibaret tarihi bir arşiv olarak değerlendirilirdi.
Durumun nezaketinden dolayı bu tarihlerde "Osmanlı" ismi resmi bir kuruma verilemese de ilim âleminde ve halk arasındaki adı Başvekâlet-Başbakanlık Osmanlı Arşivi idi. Yerli ve uluslararası bilimsel çalışmalarda gösterilen referanslarda BOA olarak yer alıyordu. 1976'da Cumhuriyet Arşivi daire başkanlığı kuruldu. İdari açıdan Arşiv Umum Müdürlüğü ile hiç bir rabıtası yoktu. Sadece Cumhuriyet dönemi evrakının tedvini ile görevlendirilmişti ama Başbakanlık Merkez Teşkilatının arşivi olarak çalışıyordu.
1981 Şubat ayından itibaren 12 Eylül rejiminde her kuruma emekli askerlerin idareci tayin edilmesi kuralı gereğince emekli Korgeneral Bahattin Alpkan paşa umum müdür oldu. 1982'de Arşiv Umum Müdürlüğü araya sıkıştırılan bir bakanlar kurulu kararı ile tenzil-i rütbe edilerek daire başkanlığı seviyesine indirildi ama adına Cumhuriyet devrinde ilk defa bir kuruma verilen "Osmanlı" ismi eklenerek Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı olarak resmiyet kazandı. Bu statüsünde de Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı ile hiç bir rabıtası yoktu.
12 Eylül'ün "Türk-İslam Sentezi" nasıl ki bir grup heyecanlı muhafazakârı çok memnun edip teskin ettiyse, Osmanlı adının resmi bir kuruma verilmesi, ancak tenzil-i rütbe edilmesi bu kesimleri hiç de rahatsız etmedi. Ardından Özal'ın devleti yeniden teşkilatlandırdığı sırada Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleri 1984 yılında "Devlet" adı altında genel müdürlük olarak birleştirildi ve devlette devamlılığın esas olduğu gösterilmiş oldu. Halbuki Cumhuriyet ve Osmanlı Arşivi, gerek iş yapısı, gerekse personel niteliği açısından asla bir araya gelmemesi gereken iki kurumdu. Millete Hacivat Karagöz oyunu seyrettirilerek böyle bir operasyon yapıldı. Aslında bu algı operasyonları hiç de boşuna yapılmıyordu. O tarihlerde tek parti iktidarı bulunuyordu ve şiddetini gittikçe arttıran Ermeni terör saldırıları yüzünden Osmanlı Arşivlerinin açılması ve soykırım kanıtlarının gizlenmemesi yönünde uluslararası bir baskı da vardı. Bu baskıyı nötralize etmek ve gerçekten anti-soykırım kanıtlarını dünya kamuoyuna sunmak için bilinçli bir kadroyla çalışmalar yürütülmesinin öncelikle bir teşkilat kanunu yapılıp, personel rejiminin, kaynaklar ve hedeflerin belirlenmesine bağlı olduğunun akıl edilmemesi imkan dışıydı ve sanki bunun aksine yürütülen politikalarla devletin soykırım iddialarına karşı refleksi zayıflatılmak istenilmiştir. Bu doğrultuda aradan geçen süre ile mütenasip olmayan, çelimsiz çalışmalarla bugüne kadar geldik. 1846’da Hazine-i Evrakın kuruluşundan 1987’ye kadar devletin bir uzvu olarak oturmuş bir yapısı olan bu güzide kurum 1987 teşkilatlanmasından sonra gerek Türk Milletine, gerekse kendi personeline karşı haksız, hukuksuz, izansız politikalar gerçekleştirmiş ve bu hususları eleştirmekten milletin dilinde tüy bitmiştir.
Bu kadar yıldır kamuoyu baskısı, ihtiyacın acilliği, mevzuatın gerekliliği ortada iken ve herkesin mutabık kaldığı bir hususken yıllardır iktidarda olan hükümetlerin, bilhassa hâlihazır hükümetin elini bağlayan hiçbir şey olmamasına rağmen “Arşiv Kanunu” nu çıkaramamaları hayra alamet değildir… Temmet…


23 Mart 2015 Pazartesi

FEYLESOF RIZA TEVFİK’İN DAYAK YEMESİ


1912 Şubat ayında tarihimize sopalı seçimler olarak geçen meşhur seçimlerin ardından ortalık epey karışıktır. Bu hengâmede Rıza Tevfik Gümülcine’ye gider. Orada İtilafçı Gümülcineli İsmail Hakkı’ya misafir olur. Rum Arhimandriti ile pek sıkı fıkı, sarmaş dolaş pozlar verince kimliği meçhul şahıslar tarafından darp edilir. Hemen hükümet konağında korumaya alınıp, tedavisi cihetine gidilir.
Rıza Tevfik bu olayı elçiliklere bildirerek tüm dünyayı ayağa kaldırmak ister, sonra vazgeçer. Gümülcine’den İstanbul’a Sadrazam Said Paşa’ya bir telgraf çeker ama oldukça iğneleyici, hakaret içeren ve protest bir telgraftır. Sadaret’e gelen telgraf içerdiği protesto önemsenmeden hemen Dâhiliye Nezareti’ne gönderilir. Rıza Tevfik’i darbedenlerin ortaya çıkarılması ve hukuka uygun bir soruşturma yapılması emredilir.
Bu telgrafta öne çıkarılması gereken husus o “zalim ve kan dökücü” İttihat ve Terakki’ye hem de kudretli döneminde, “Feylesof Rıza Tevfik” ismiyle mektup yazan eski İttihatçı, yeni İtilafçının hakaretamiz sözlerine tahammül edilip, hiçbir şekilde dokunulmamasıdır.
METİN:
DAHİLİYE NEZARETİ VEKALET-İ CELİLESİNE – TELGRAF
12 Mart 1328 [25 Mart 1912]
Mebusin-i sabıkadan Rıza Tevfik Bey tarafından gelen telgraf zîrde naklolundu. İbârâtı senâverlerine ve İttihad ve Terakkî Cemiyeti’ne ta’rîzi havi ise de bunun ehemmiyeti olmayıp hukuk-ı kanuniyenin istîfâsıyla îfâ-yı ma’delet lazım geleceğinden dâriblerin istintak ve muhakemelerinin tesrî’i için vilayete emir verilmesi ve menşe’ ve münazaa ne gibi sözlerdir ve dâribin kimlerdir isti’lâmıyla inbası lüzumu tebliğ olunur.
Suret
Dersaadet’de Sadrazam Said Paşa’ya
En aciz bir Osmanlının hukukunu bile temin edeceğinizi bana vaktiyle söylemiş idiniz. İttihad ve Terakki haydudları beni tepeledi. Siz onların sadrazamısınız. Sizi tarih-i Osmani, millet ve medeniyet nâmına tebrik ederim.
Feylesof Rıza Tevfik



21 Mart 2015 Cumartesi

HİPER-ENFLASYON ALTINDA KURTULUŞ SAVAŞI VEREREK KURULAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ



Ankara’da TBBM faaliyette iken ve Anadolu’da Kurtuluş Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken, Osmanlı Kabinesinin Ticaret ve Ziraat Nezareti, İktisad Heyeti tarafından Birinci Dünya Savaşının ilk yılı olan 1330-1914 yılından itibaren tespit edilen fiyatlara göre geçinme endeksleri oluşturmuştur.  1914’deki fiyatlar baz alınarak hazırlanan, Ocak-Haziran 1336-1920, Temmuz-Aralık 1336-1920, Ocak-Haziran 1337-1921 ile Temmuz-Ağustos 1921 aralığındaki fiyat ve enflasyon endeksleri çok çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel aylık 500 kuruş kazancı olan karı-koca ve iki çocuktan ibaret bir ailenin gıda, aydınlatma-ısınma, iskân, giyim-kuşam ve muhtelif masraflar adıyla kategorilere ayrılan harcamalarındaki artışa bakılırsa Türkiye o tarihlerde hiper-enflasyona maruz kalmıştır.

1914’ün başında 225 kuruşluk gıda masrafı olan dört nüfus bir ailenin, 1920’nin ilk yarısında gıdaya ayırdığı para % 1355 artarak 3049 kuruşa ulaşmış. Aynı şekilde, 46 kuruşluk aydınlatma ve ısıtma % 1179 artışla, 542,45 kuruşa, 75 kuruşluk iskân masrafı %1866 artışla 1400 kuruşa, 70,5 kuruşluk giyim masrafı %946,8 artışla 667,5 kuruşa, 83,5 kuruşluk muhtelif masraflar kategorisindeki harcamaları ise % 574, 8 artışla 480 kuruşa ulaşmıştır.

Para basmayan bir hükümet ile Milli Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Türkiye Büyük Millet Meclisi ve ardından Türkiye Cumhuriyeti bu korkunç enflasyonun tesirini başarılı bir şekilde atlatarak rejimini sağlam temellere oturtmayı başarmıştır. Üstelik tüm dünyayı kasıp kavuran 1929 iktisadi buhranını da nispeten az bir kayıpla geçerek, bunu da telafi edebilmiştir.

BELGE METNİ

TİCARET VE ZİRAAT NEZARETİ
İKTİSAD HEYETİ

Huzur-ı Sami-i Cenab-ı Sadaretpenahiye

Maruz-ı Çaker-i Kemineleridir

İktisad Heyetince görülen lüzum ve ihtiyaç üzerine Dersaadet’te hayat pahalılığının nisbet-i tezayüdünün takdir ve tesbiti zımnında icra edilen tedkikat ve tahkikat neticesinde düvel-i sairede takip edilegelmekte olan esasata tevfikan Harb-i Umumi’den evvel şehrî  [aylık] beş yüz kuruş kazancı olan zevc, zevce ve iki çocuktan mürekkeb ve dört nüfuslu bir ailenin sarfiyat [harcamaları] ve istihlâkâtı [tüketimi] iaşe [gıda-erzak],  tenvir ve teshin [aydınlatma ve ısıtma], iskân, ilbas [giyim-kuşam]  ve masarif-i muhtelife nâmı tahtında [adı altında] beş kaleme tevzi’ olunarak bunların müfredatı ve 330 senesi bidayetindeki kıymetleriyle 336 senesi nısf-ı evvel [ilk yarısı]  ve ahiri [sonu] ve 337 senesi nısf-ı evveliyle Temmuz ve Ağustos ayları zarfındaki kıymetleri mukabele edilmiş ve yegân yegân mezkûr beş kalemde ve ayrıca heyet-i umumiyenin nisbet-i tezâyüdünü müş’ir [işaret eden] cedvele rabten takdim kılınmış ve fey-i mâ-ba’d (bundan sonra fiyatlar) her iki ayda bir aynı suretle hayat pahalılığının derecesinin takdir ve tebliği mukarrer (kararlaştırılmış) bulunmuş olmağla heyet-i mezbure ifadesiyle arz-ı keyfiyete ibtidar kılındı. Ol bâbda emr u ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.

19 Muharrem sene 1340 ve 2 Teşrin-i Evvel 1337. [2 Ekim 1921]

Ticaret ve Ziraat Nazırı namına
Müsteşar
[İmza]








DOLMABAHÇE SARAYI’NDA BİR HATTAT VE KEMANKEŞ; MEHMED SADIK EFENDİ*


Sinan ÇULUK

Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapanların her an sürprizle karşılaşmaları gayet tabiidir. Yüzlerce yılın birikimi arşiv belgeleri sosyal, siyasi, iktisadi tarihin her safhasında yeni yeni bilgilerle karşılaşmamıza imkân sağlamaktadır. Biyografisi üzerinde çalıştığım Üsküdarlı İbrahim Edhem isimli bir zatın sorgu tutanaklarında[1]  XIX. Yüzyıl Dolmabahçe Sarayı Haremi içün epeyce orijinal malumata tesadüf etmem benim için de sürpriz oldu. Bu malumatı da bir makalede değerlendirmek kaçınılmaz sonuçtu.

Üsküdarlı İbrahim Edhem Efendi, Yıldız Sarayı’nda kendi icadı olan “baston tüfekle” Sultan Abdülhamid’e bir atış yaptırmıştır. Mükâfat beklerken “ecza-yı nariye” denilen ateşli ve yanıcı maddelerle uğraşmasından dolayı gözaltına alınır. Gözaltına alınan bir şahsın Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkmasına önayak olan Mehmed Sadık Bey de soruşturmadan nasibini alır ve sorgulanır. Bu sorgudan arta kalan tutanaklar “istintaknameler”, Sultan Abdülaziz ve İkinci Abdülhamid devrindeki saray haremi için orijinal bilgiler içermektedir.

İstanbul Meyve-i Ter “Yaş Meyve” Gümrüğü Nazırı olan Mehmed Sadık Bey, Sultan Abdülmecid’in nefes hocası olan Hobyar Mehmed Efendi’nin oğludur. Meyve Gümrüğü Nazırı olarak emektarlığı ve başarılı çalışmalarından ötürü 24 Ocak 1882’de rütbesi bir derece yükseltilmiştir.[2] Askeri malzemelerin tedarikindeki başarıları nedeniyle de 5 Kasım 1883’de üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı ile taltif edilmiştir.[3] Gümrük Eminliği görevindeyken yaş derilerin vergisinin kilo üzerinden alınması yerine adet üzerinden alınmasından dolayı vergi kaybedildiğini tespit etmiştir. Usulüne uygun olarak kilo üzerinden vergi alınmasını sağlaması gümrük gelirlerini bir kat arttırmıştır. Bunun üzerine gümrüklerdeki kayıp-kaçakların azaltılması ve vergi gelirlerinin arttırılması için gereken çalışmaları yapmak üzere kurulan komisyona seçilmiştir.[4] Bu başarıları yanında zamanın önemli rical-i devleti ile samimi ilişkiler kurmuştur. Abdülhamid devrinin en önemli şahsiyetlerinden Ebulhuda ve kardeşleri ile gayet samimidir. Sorgu tutanaklarında Şeyh Efendi olarak zikredilen şahıs Ebulhuda Efendi’dir.

Babası yanında küçük yaştan itibaren saraya gidip gelmekle saray görevlilerinden bazılarıyla dost ve tanış olmuştur. Kemankeş[5] ve hattat olması itibariyle de saraydaki görevlilere okçuluk talim etdirmiştir. Rıka hattatı olması saraydaki cariyelere özel bir odada yazışma incelikleri ve güzel yazı dersleri vermesini sağlamıştır. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve vefatıyla sonuçlanan olaylardan sonra saraylı Hazinedar Usta ile bir evlilik de yapmıştır. Talihsiz bir olayla gözaltına alınması bizim için bir şans olmuştur. Saray ile harem hayatına dair mükemmel malumatla dolu tutanakların konumuzla ilgili olan kısımlarının basit, tekellüfsüz çevriyazılarını sunuyorum.

MEYVE GÜMRÜĞÜ NAZIRI MEHMED SADIK BEY’İN SORGU TUTANAKLARI[6]

21 Mayıs 1295 – [2 Ağustos 1879] 

-İsminiz nedir, ne memuriyette bulunuyorsunuz?
-İsmim Sadık Bey, Meyve Gümrüğü Nazırı’yım.
-Üsküdarlı Edhem Bey nâmında bir zatı tanıyor musunuz?
-Evet, tanıyorum,
-O zat ile ne vakitten beri ve ne münasebetle muarefeniz vardır?
-Bu zat zaten benim tanıdığım bir adam olmadığı halde çünkü ben bazı ok meşk etdirmek ve rıka hocalığı etmek münasebetiyle Saray-ı Hümâyûn’a girip çıkmakda olduğumdan bir gün Saray-ı Hümâyûn’da beni görüp sizin buraya münasebetiniz olduğunu anladım. Benim ise bazı sanatlarım vardır, yani bir takım ateşli kurşunlar yaparım ve zırhlılara demir tahta ve güverte dahi yapabiliyorum. Şunu lazım olan bir mahalle malumat vermenizi rica ederim demiş idi. Ben de pekâlâ senin öyle bir san‘atın var ise icabına bakılmak üzere Kapudan Paşa’ya söylerim dedim. O tarihde dahi Kayserili Ahmed Paşa hazretleri Bahriye Nazırı olduklarından gidüp kendilerine bu zatın ifadesini arz etdim ve kendüsini dahi müşarunileyh hazretlerine götürdüm. Orada kendüsi ne yapabileceğini şifahen arz etmesiyle kendüleri de muayene ve tecrübe olunmasını emir buyurdular ve bir gün bunun tehiye etdiği şeyleri takdim edeceğini müşarunileyhe beyan etdim ise de o gün Kars vapurunun gark olduğuna mebnî müşarunileyh bugün kederim vardır, dursun, bakamam dediklerinden iş öyle kalmış ve bir daha ben gitmemiş idim ve aradan da hayli vakit mürûr etdi. Bundan üç dört mâh mukaddem mumaileyh beni sokakta rast gelüp evvelki ifade ve iltimasından bahisle şunu münasip bir mahalle arz edin zira idarem yok, belki bir iş ile kayırılırum dedi. Anın üzerine ben de Saray-ı Hümâyûn’da Kurbancıbaşı İbrahim Efendi’ye giderek mumaileyhin ifadesini anlatdım ve bu adam her san‘atda mahir olduğunu söylüyor. İhtira edeceği şeyler faideli bir şey ise başkasının eline geçürmemek ve yahud muzır ise bir memuriyetle kayırılup böyle şeylerden vazgeçürmek lazımdır zannederim. Bunu bir kere Serasker Paşa’ya söyler misiniz? dedim. Kendüleri de dursun bakalım yapacağı şeyler nasıl şeylerdir. Bir kere anlayalım dediler ve muahharan mumaileyh İbrahim Efendi ile beraber kalkup o Edhem Bey’in evine gitdik. Evinde pek çok âlât ve edevât gördüğümüz gibi bize bir yanar kurşun gösterüp tecrübesini dahi icra etdi ve mezkur kurşunu bir baston tüfenk ile pencereden aşağı taşlar üzerine atdığında mezkûr kurşun orada duman peyda ederek yandığını gördük ve bir vapur dahi göstermiş idi. Bunları gördükden sonra kalkup gittik. O vakit bize üç nev‘barut da gösterüp yakdı ve onlardan birini kendüsinin ihtira etdiğini ve en kuvvetlisi olduğunu ve anı takdim ve ira’e edeceğini dahi söylemiş. Efendi sonra İbrahim Efendi keyfiyeti Saray-ı Hümâyûn’da bulunan Şeyh Efendi’nin biraderleri Hamza Efendi’ye bile söylemiş olduğundan o da bunun muayenesini arzu etmekle ikinci defa olarak yine ben ve İbrahim ve Hamza Efendiler beraberce kalkup mumaileyhin evine gitdik. O vakit evvela bir tel yakdı ki bu tel yanmağa başlayınca gözlerimiz kamaşur idi. Bunun ordularda göz almak içün istimal olunacağını söyledi. Sonra bir stil içünde bir torpido patlatdı ve yine o yanar kurşunu dahi ira’e ile tecrübe etdi ve bu misillü gülle dahi yapılur ise fabrikaya muhtaç olduğunu söyledi ve bir takım telgraf pilleri ve elektrikler dahi göstermiş idi. Avdetimizde çünkü Hamza Efendi evvelce keyfiyeti Serasker Paşa hazretlerine söyleyüp mumaileyhin o misillü sanatları olduğunu anlatması üzerine gidilüp görülmesini müşarunileyh hazretleri beyan etmiş olduğundan ikinci defa Hamza Efendi ile gidişimiz anın üzerine idi. Sonra Hamza Efendi meşhûdâtını müşarunileyhe söylemiş. Müşarunileyh de celbini emretmişler. Muahharan İbrahim Efendi beni Hamza Efendi’nin istediğini haber verdiğinde bir gün kalkup Hamza Efendi’nin evine gitdim ve oraya Edhem Bey’i dahi celbetmişler. Hamza Efendi sizi Serasker Paşa hazretlerine götüreceğim deyü kalkup müşarunileyhin konaklarına gitdik. Orada müşarunileyhe mumaileyh Edhem Bey’in ifâdâtını ve gösterdiği san‘atlarını arz etdim. Kendüsi de ne yapabileceğini tarif etdi. Anın üzerine müşarunileyh hazretleri Edhem Bey’e hitaben sen bir arzuhal yap da bana getür Şevketlü Efendimiz’e takdim edeyim dediklerinden oradan gittik ve kendüsi bir arzuhal yapup bana gösterdi. Kullandığı tabiratın yolsuzluğu cihetiyle bazı yerlerini tashih etdim ve arzuhal ile beraber benim dahi gitmekliğimi rica etdiğinden beraber gidüp Serasker Paşa hazretlerine takdim etdik. Mumaileyh ondan sonra bir daha idareye gelüp müşarunileyhin kendüsini davet ile yapdığı şeyleri istediğini ve ferdası günü beraberinde getürmesini tenbih buyurduğunu söyledi. Sonra kendüsini görmedim.
-Size bu iş içün vesâtat etmenizi birinci defa söylediğinde kendüsini tanımaz mı idiniz?
-Hayır, kendüsini evvelden tanımaz idim. O vakit gördüm ve işte bu defa Serasker Paşa hazretlerine arzuhal takdim etdiğimiz vakit okudular derununda bahs olunan şeylerden güllenin ne hüneri olduğunu sual etdiler. O da cevabında bir gemiyi mahv edeceğini söylemesi üzerine müşarunileyh bir gülle gemiyi mahvedebilür mi? demeleri üzerine Efendim ben bunun bir kurşununu yapdım, iki parmak demiri çökertdi dedi ve emreder iseniz yine yaparım ve yapacağım şeyler bir kırda muayene ve tecrübe olunsun yararlığı anlaşılur ise ol vakit bir yere yerleştirir orada icabına bakılır demiş idi.
-Siz kendüsini tanımadığınız halde size ne münasebetle müracaat etdi.
-Ne münasebetle müracaat etdi hatırımda yokdur. Fakat birisi beni kendüsine tarif etmiş olmalıdır. O vakit benden Kapudan Paşa’ya Saray-ı Hümâyûn’dan birinden bir tavsiye istedi ve güverte yapacağını ve deniz lağımları imal edeceğini söylemiş idi. Ben de tavsiye alamam fakat seni Kapudan Paşa’ya takdim ederim demiş idim ve takdim etdim.
-Çünkü Siz o vakit kendüsini tanımadığınız gibi onun da sizi tanımaması icap eder. Bu halde kendüsinin böyle bir sanatı olduğunu arz etmeğe sizin vesâtatinizi talep etmek meçhul bir adem içün olamaz. Muarefe olsa ne hâl ise. Anın içün, size müracaatı sebebini söylemek elzemdir.
-O sebebi bilemiyorum. O vakitler birkaç defa bana müracaat idüp bir tavsiye alıvermekliğimi beyan etmiş idi. O vakit kendüsi Cinci Meydanı’nda oturur imiş. Evine dahi davet idüp orada bir takım cambazlığa müteallik şeyler gösterdi. Ben de muahharan Kapudan Paşa’ya ifadesini arz etdim.
-Sizin Kurbancıbaşı İbrahim Efendi ve Şeyh Efendi’nin biraderi Hamza Efendi ile ne vakitten beri muarefeniz vardır?
-Ammizâdem Medine-i Münevvere’den buraya geldiği vakit Şeyh Efendi de Medineli olmak münasebetiyle orada misafir oldu. Ammizâdeme gitdikçe Şeyh Efendi ve biraderiyle muarefe kesb etdim. İbrahim Efendi dahi kezalik Medine’lidirler. Anı da evvelce Saray-ı Hümâyûn’da görür idim. Bu münasebetle anınla da muarefe kesb etdik.
-Şeyh Efendi ve biraderi ile daima görüşüyor musunuz?
-Evet, ara sıra gider görüşürüm. O vakitden berü görüşmekliğimiz eksik olmamışdır.
-Serasker Paşa hazretlerine de bir mensubiyetiniz var mıdır?
-Hayır yokdur ancak kendüleri Mabeyn-i Hümâyûn Müşîri iken memuriyet istihsâli içün familyam vasıtasıyla haremlerine bir arzuhal takdim etmiş idim. Sonra kendüleri beni davet etdiler. O vakit görüşdük ve o münasebetle kendülerine ubudiyet kesbetdim.
-Saray-ı Hümâyûn’da daha bildikleriniz var mıdır?
-Hayır, yalnız Büyükağa Hazretleri’yle öteden berü muarefemiz vardır. Başkapıgulamı Kamil Ağa’yı dahi bilürüm. Bazen birlikde bulunur idik. Başka bildiğim yokdur. Bu Kamil Ağa’ya Hazinedar Ağası dahi geldikçe görür ve iltifatlarına nail olur idim. Şimdi kimse ile görüştüğüm yokdur.
-Ey bu Edhem Bey’in böyle birtakım şeyler yapması içün muktezî olan ecza ve saireyi almak üzere kendüsine para verdiniz mi?
-Kendüsi bazı kere gelir fakr-i halinden bahs ederek ağlar sızlar idi. O halde ben de yanımda bulunduğu kadar yirmişer kırkar kuruş verdiğim vaki olmuşdur. Yohsa öyle ecza ve saire mübayaasına akçe vermedim.
-Kendüsini ibtida görüp tanıdığınız tahminen kaç sene olmuşdur?
-Tahminen beş-altı sene kadar olmalıdır. Şu kadar bilürim ki Kars Vapuru batmazdan birkaç ay evveldir ve kendüsine vesâtat etmekden maksad beyan etdiği muhteriatı faideli bir şey ise andan istifade olunmak değil ise öyle şeylerden men´ etdirmekten ibaret idi.
-Bu defa kendüsi en sonra size gelip Serasker paşa hazretlerinin yapdığı şeyleri ferdası günü götürmesini beyan etdiklerini söylemiş ve sonra kendüsini görmemişsiniz. Fakat mumaileyh Serasker Paşa’ya gidüp bir şey götürmüş mü ve sonra ne olmuş malumatınız var mı?
-Evet, fakat sonradan ne olmuş malumatım yokdur. Ancak iki üç gün sonra İdare’ye Edhem Bey namında birinin familyası gelmiş sizi görmek istiyorlar deyü haber verdiler. Ben de kimdir gelsün dedim. İçerü bir çocuk girüp ağlayarak babamı Tophane’de hapsetmişler. Bizim ekmek paramız yok, ne yapacağız demeğe başladı. Ben de hayır o hapis değildir yapacağı şeyler vardır bir iki güne kadar gelür merak etmeyiniz dedim. Ve çıkarıp çocuğun yedine birkaç kuruş verdim. Çocuk çıkdıkdan sonra uzun boylu bir kadın girip bu hal nedir deyü ağlamağa başlayarak parasızlıklarından bahisle bir horos getürüp aşağıya bırakdım anı satacağım da ekmek parası çıkaracağım dedi. Ben de tekrar mezbureye bir Mecidiye vererek merak etmeyiniz bir iki güne kadar gelür falan dedim.
-Şimdi ibtida-yı isticvabınızda Edhem Efendi’yi tanıyor musunuz sualine cevaben bunun size ne vakit ve ne iş içün müracaat etdiğini yani şu kendüsinin sanat bahsini bu defaki teşebbüsatına kadar beyan etdiniz. Siz ne içün buraya celp edildiklerini biliyor mu idiniz?
-Hayır, bilmiyor idim.
Bilmediğiniz halde kendüsini tanır mısınız sorusuna kendüsinin sanatından ve bunun içün size müracaatıyla nerelere gidilmiş olduğundan niçün bahs etdiniz?
-Çünkü familyasından kendüsinin burada olduğunu tarifim vechile haber almış idim. Siz de Edhem Efendi’yi tanır mısınız? Dediniz. Reis Paşa hazretleri de Edhem Efendi’nin ifadesinden dolayı size bazı şeyler soracağız dediler. O cihetle işe intikal idüp kendüsinin zikr olunan sanatı dolayısıyla sual varid olduğunu anlayarak vuku´-ı hali hikâye etdim.
-O Edhem Efendi şu hususdan dolayı kendüsini ve muhteriatını takdim etdirmeğe sizden başka da bir vasıta aradığından malumatınız var mıdır?
-Hayır, bilemiyorum.
-Kapudan Paşa’ya kendüsini ve sanatını arz idüp de o vakit bir şey husule gelmedikden sonra bu sefere gelinceye kadar size gelir gider mi idi?
-O arada kendüsini bir iki defa daha gördüm o da sanatını şimdi müşir olan Fuad Paşa hazretlerine söylemiş idim de merak idüp kendüsini celb etdiler. O sırada sanatından dolayı bazı mubahase olmuş idi.
-Kendüsinin bu makule hüner ve marifeti olduğu halde kendi kendine icra-yı sanat ederek o yüzden para kazanmak arzusunu hiç size ima etdi mi?
-Hayır, böyle bir arzu beyan etmez idi. Maksadı hep hünerini devlete arz ederek o yüzden bir işe tayin olunmak ve fabrikalarda bulunmak mekteplerde hocalık etmekden ibaret idüğini beyan eder idi.
-Kendüsinin hususiyet-i halinden bir gûne malumatınız var mıdır?
-Hayır, o kadar malumatım yoktur. Fakat bazı delişmen delişmen lakırdılarda bulunur idi.

Muvacehe


-Sadık Bey bu Edhem Bey’in muhteriatı hakkında Mabeyn’e arz etmek içün olan vesâtatiniz neden neşet etdi söyleyiniz.
-Evvelce de beyan etdiğim vechile kendüsi bana müracaat ve rica etmesi üzerine gidüp İbrahim Efendi’ye söyledim. Sonra Şeyh Efendi’nin biraderine ve Serasker Paşa hazretlerine söylenildi.
-Edhem Bey siz ifadenizde asla haber ve efkârınız yok iken Sadık Bey gidüp Mabeyn’de söyleyerek seni bu işe sevk ve teşvik etdiğini ve bundan da muradı kendi açıkda olduğu münasebetiyle ihtimal ki kendi menfaatine mebni idüğini söylediniz. İşte Sadık Bey yüzüne karşu senin rica ve iltimasın üzerine vesâtat idüp İbrahim Efendi’ye söyledim diyor.
-Sadık Bey benim kendüsine sokakta tesadüf idüp müracaat etdiğimi söylüyor. O cihet benim hatırımdan çıkmış. Çünkü fakr-i halim münasebetiyle aklım başımda değildir. Anın içün müracaat etmedim dedim. Sadık Bey bana çok rahm u şevkat etdi. Çünkü şimdiki halde aklımı şaşırmak derecesine geldim. O da başıma gelmiş bir şey değil. Bu hal pek gücüme gidüp merakıma dokunuyor. Anın içün öyle söylüyorum.
-Sadık Bey Edhem Beyin ifadesi sizin kendinin haberi yok iken bu işe vesâtat etdiğiniz yolunda idi. Öyle midir?
-Hayır defaatle söylediğim gibi kendisi bana müracaat etmiştir. Kendüsinin fakr-ı halini biliyorum. Mukaddema kendüsini Kapudan Paşa’ya takdim etdikten sonra beni her nerede görse bir çare bulmaklığımı rica eder idi.
-Edhem Bey Sadık Bey’in ifadesi doğru mudur? Tasdik ediyor musun?
-Evet, tasdik ederim, kendisi hilaf söylemez.
-Ey niçün evvelden kendüsi beni sevk etdi diyor idiniz?
-Vakit geçmiş olduğu cihetle hatırımdan çıkmasından neşet etmişdir. Yohsa Sadık Bey’in ifadesi doğrudur.
Edhem                                               Sadık



Sadık Bey’in Tekrar İstintakı[7]


19 Cemaziyelahir 1296 – [9 Haziran 1879]


-Siz hangi tarihde ve ne münasebet ile Saray-ı Hümâyûn’a intisab etdiniz?
-Pederim merhum Hobyar Mehmed Efendi, Cennetmekân Sultan Mecid Hazretlerinin zaman-ı saltanatlarında Saray-ı Hümâyûn’da maaş-ı mahsus ile nefes hocası olduğu cihetle daha çocukluğum zamanında Çerağan Yalısı’na gider gelür idim. O zaman Saray-ı Hümâyûn’da Kahvecibaşı bulunan Ahmed Efendi ve Hazine Vekili Besim Ağa peder merhum ile görüşmekde oldukları cihetle biz anların evlerine ve anlar bizim hanemize gelüp gitmekde bulunduğumuzdan bunlar vasıtasıyla eski ağavatdan bir takım zevat ile kesb-i muarefe eyledik. Pederim bundan evvelki Rusya Muharebesi’nde vefat etdiği cihetle Saray-ı Hümâyûn-ı mezkura gitmeğe başlamış idim. Muahharan Cennetmekân Sultan Aziz Hazretlerinin zaman-ı saltanatlarında bir gün Okmeydanı’nda Başkapıgulamı Kamil Ağa ve Kızlarağası Tahsin Ağa ve Sultan Aziz Hazretlerinin üçüncü ağası Mehmed Salim Ağa ile görüşüp çünkü kendüleri kemankeş oldukları cihetle bende de bu sanat olduğundan niçün gelmeyorsun gelsen de bize ok talim etsen demişler idi. Ben de muahharan iş bu talep ve ifadeye mebni Saray-ı Hümâyûn-ı mezkurda bu zatların nezdine gitmeğe ve orada ok meşk etmeğe başladım. Bu sırada kendilerinin Medine-i Münevvere’ye olan bazı yazılarını dahi yazar idim. Ok talim edenlerden Hazinedar Ustası Kiryalifer’in ağası İshak Ağa, Usta’ya benim içün bazı yazılarınızı yazar deyü tavsiye etmesi üzerine kendülerine müteallik olan yazıları dahi yazmağa başlamış idim. Muahharan usta mı emel etmişler yohsa İshak Ağa mı söylemiş her nasılsa seni içerüden istiyorlar deyü beni ustanın huzuruna götürdüklerinde buradaki kızların yazı ve saire hususunda talim ve terbiyelerini murad ediyorum sizin de bu babdaki maharetinizi haber verdiler, bu vazifeyi size havale etdim, icabına bakınız, dediler. Ve semtim uzak olduğu cihetle o civarda bir hane istikra etdiler. O halde haftada iki gün içerü girüp tayin olunan oda-i mahsusda kızlara İnşa ve Gülistan ve saire gibi şeylerden ders verir idim. Kızların bazı tezkirelere cevap yazmağa henüz iktidar kesb edemedikleri ve haftada iki gün ders bu iktidarı kesb etmeğe mani olduğundan bahisle bunlardan intihap olunanların ikisini haneme gönderüp orada emr-i talimlerine dikkat olunmasını beyan etdiklerinden bir müddet de hanemde bunları talim etmiş idim. Hal’den beş altı mah mukaddemine kadar işbu iki kız epeyce iktidar kesb etdiklerinden artık içerüye alınmış idi. Ve andan sonra içerüye devam etmez idiysem de dışarıda beyan etdiğim zatların yanına gider gelür idim. İşte intisabımın tarihi ve sebebi işbu beyan etdiğim hususâtdan ibaretdir.
-Hal’ vuku’undan sonra yine Sarây-ı Hümâyûn’a gider gelür mi idiniz ve kimlere gider idiniz?
-Çünkü hal’den bir sene sonra Üçüncü Hazinedar ile tezevvüc etmiş idim. Bunun sebebi de mukaddema  benim oturmakda olduğum hanenin sahipleri Tıngıroğulları Maliye’ye borçlu oldukları cihetle mezkur hane İcra Cemiyeti tarafından satılacağından bize evden çıkın dediler. Benim beyan etdiğim kızları talim etdiğim gibi kerimelerim dahi içerüye girerek bazı dersler göstermekde olduğundan Üçüncü Hazinedar ile muarefe kesb edilmiş idi. O sırada Hazinedar’ın İcra Cemiyeti’nde bir mikdar parası olduğu cihetle mücerred evden çıkmamak üzere kendülerine tezkire yazıp sizin cemiyette paranız var üst tarafını da tedarük eder iseniz oturduğumuz evi sizin üzerinize alalım sayenizde biz de oturmuş oluruz dedim ve hane de ol vechile alınmış idi. Hal’den sonra işbu Üçüncü Hazinedar tevabiatiyle beraber bizim haneye çıkdılar ve tevabiatı birer kocaya varıp gitti. Üçüncü Hazinedar dahi kocaya varacağından bizim yine evden çıkmaklığımız lazım geldi. Çıkmamak içün eski haremim hane sahibesiyle tezevvüc etmekliğime razı oldu ve tezevvüc etmiş idim. Bu münasebetle şimdiki Büyük Ağa hazretleri birkaç kere bizim eve hasta gönderdi. Ben Saray-ı Hümâyûn’a gitmedim.
-Büyük Ağa hazretleriyle gidüp görüşüyor musunuz?
-Kılıç Alayı’ndan sonra olan Ramazan Bayramı’nda bir defa gitmiş idim. Andan sonra gitmedim.
-Ya Kurbancıbaşı İbrahim ve Şeyh Efendi’nin biraderleri Hamza Efendiler ile görüşmek üzere gitmez mi idiniz?
-Evet, gider idim fakat evlerine, Saray-ı Hümâyûn’a gitmedim.
-Şimdi Saray-ı Hümâyûn’da başka bir kimse ile muarefeniz var mıdır ve gider misiniz?
-Başka kimse ile muarefem yokdur ve Saray-ı Hümâyûn’a gitmem. Simdi Saray-ı Hümâyûn’da evvelki bildiklerimden Abdülgani Ağa var ise de anınla da görüşmek üzere gittiğim yoktur.
-Hamza ve İbrahim Efendiler ile Türkçe mi yohsa Arapça mı tekellüm edersiniz?
-Şeyh Efendi ve biraderleriyle ne vasıta ile görüştüğümü evvelki ifademde beyan etdim. Bunlar ile görüşdüğümde ammizadem tercümanlık eder idi. İbrahim Efendi ise Türkçe bilir.
-Şimdi Mabeyn-i Hümâyûn Üçüncü Kitabeti’nde bulunan Nuri Bey ile muarefeniz var mıdır?
-Hayır, hiç muarefem yokdur hatta kendülerini görsem bile tanımam ancak Edhem Efendi mir-i mumaileyh kendüsinin bacanağı olduğunu söyler idi.
-Edhem Efendi size kendüsinin kayırılması hakkında rica ve iltimas etdikçe senin bacanağın Mabeyn’de imiş ona niçün söylemiyorsun demez mi idiniz?
-Hayır, demedim. O Nuri Bey bacanağı olduğunu yakın vakitde söylemişdir, evvelden bilmez idim.
-Gümrükde kendüsinin bir de kaynı var imiş, ihtimal ki o münasebetle sizinle görüşmüş olduğunu Edhem Efendi söylüyor, öyle bir adam var mı idi?
-Kaynı dediği Gümrük’de aza olan Süleyman Bey’dir. Kendüsini tanırım fakat Edhem Efendi’nin kaynı olduğunu bilmez idim. Anı da yakında söyledi ve Edhem Efendi’nin öyle Süleyman Bey’e gidüp geldiğini görmedim.
-Bu Edhem Efendi ile birinci defa olarak Kapudan Paşa’ya bir tavsiye almak üzere Saray-ı Hümâyûn’da size müracaat idüp görüştüğünüz sebebini tahattur edebildiniz mi? Çünkü sizi bilmediği halde neden müracaat etmiş idi?
-Hayır, tahattur edemedim. Ancak o sırada ağavat ile güzel görüşdüğüm gibi Kapudan Paşa dahi o vakit Kamil Ağa’nın odasına geldiğinden kendileriyle görüşüyor idim. Bu halleri ihtimal ki kendüsi bir yerden haber almış fakat layıkıyla bilemiyorum vakit geçtiği cihetle hatırımda kalmamıştır.

----------------------------------------------------------------------------------------------------
- * “MS Milli Saraylar Belgeler Dergisi”, sayı 2/2014, İstanbul, 2014, s. 99-107.






[1] Başbakanlık Osmanlı Arşivi=BOA.İ.DH 796/64586. Muzika-i Hümayun’dan emekli, icat ettiği baston tüfek, mermi, barut, telgraf camları gibi teknolojik ürünlerle mucitler tarihimizde hiç bilinmeyen bir şahsiyet olan Üsküdarlı İbrahim Edhem Efendi’nin gayet heyecan verici hikâyesi ayrı bir yazı olarak tarafımdan hazırlanmıştır.
[2] BOA.İ.DH 847/67982
[3] BOA.İ.DH 900/71555 
[4] BOA. MV 3/80
[5] Okçuluk sporu ile uğraşanların o zamanlardaki adı.
[6] BOA.İ.DH 796/64586.
[7] BOA.İ.DH 796/64586. 

17 Mart 2015 Salı

TARİHÇİNİN MAKÛS TALİHİ (Vakanüvis Ahmed Lutfi Efendi’nin Hak Arama Mücadelesi)



Ahmed Lutfi Efendi (1817-1907) çok saygın bir Osmanlı âlimi ve devlet adamıdır. Devlete çok çeşitli kademelerde hizmet vermiş, Vakanüvislik görevinde bulunduğu yıllarda kaleme aldığı 16 ciltlik “Tarih”i unutulmazlar arasına girmesini sağlamıştır. Devletin resmi tarihçisi olarak hizmet verdiği yıllara ait hak ettiği ücretleri alamamış ve bir dilekçeyle müracaat ederek hakkını aramıştır. Ahmed Lutfi Efendi’nin bu dilekçeyi verdiği tarih 13 Mart 1900’den biraz öncedir ve 83 yaşına kadar 34 yıl vakanüvislik yaptığı halde tahsisatını alamamış olması ilginç bir keyfiyettir.


METİN:
Maʻrûz-ı Dâʻî-i Kemîneleridir ki,
Leffen takdim kılınan müzekkire-i resmiyede muharrer olduğu veçhile abd-i dâʻîleri seksen iki sene-i Hicriyesinde [tam tarih 6 Şevval 1282-22 Şubat 1866] şehrî tahsisat-ı kadimesiyle vakʻanüvislik hıdmetine meʼmûr olarak sâye-i ihsan-vâye-i hazret-i pâdişâhîde hıdmet-i mezkûreye müdâvemet-i fakîrâneme bir cân-ı celî olmak üzere dîvanlar dolusu mehâmid ve evsâf-ı âliye ve hayrât u müberrât ve muvaffakiyyât-ı seniyye-i cenâb-ı hilâfet-penâhîyi şâmil manzûmât ile berâber kırk bir senesinden [1825] seksen sekiz senesine [Bu tarih 1871’e tekabül etmekte ise de mevcut esere daha sonra ilaveler yapılmış ve son haliyle Hicri 1296-Miladi 1879’a kadar gelmektedir] kadar elli sekiz seneliğe yakın havâdis ve vukûʻât-ı Devlet-i Aliyye-i ebed-müddeti câmîʻ tahrîr ve takdimine muvaffak olduğum maʻa zeyl on iki cild [bugün elimizde mevcut Tarih, 15 cildi Sultan Abdülhamid’e takdim edilen, 16. Cildi müsvedde halinde bir eserdir] tarihlerime karşu ara sıra mübârek ve mesʻûd kariha-i ilhâm-nümûd-ı cenâb-ı veliyy’i-niʻmetden olarak ihsan buyurulan atâyâ ve sadakât-ı seniyyeden başka vakʻanüvîslik hıdmetîçün Maliye Hazine-i Celîlesince mukayyed mezkûr tahsîsâta henüz destres olamadığıma ve kıdem-i ubudiyyet ve emekdârlığıma ve hususiyle yirmi beş seneye yakındır Şûrâ-yı Devlet azalığı fahriyyen edâ eylemekde olduğuma merhameten hakk-ı sarihim olan tahsîsât-ı muharrerenin kaydına bilmürâcaʻa şimdilere kadar terâküm eden hukukumun ihkâkına inâyet-i aliyye-i cenâb-ı sadaret-penâhîlerini istirhâm ederim. Ol bâbda ve her hâlde emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir.
Şûrâ-yı Devlet aʻzâsından
Vakʻanüvîs Ahmed Lutfî
dâʻîleri





SADRAZAM KAMİL PAŞA’NIN EVRAK TASHİHİ


Osmanlı bürokrasisinin zirvesi Babıali kalemlerinin çalışmasıyla ilgili örnek bir belge sunuyorum. Burada metin önemli olmadığından çevirisini vermeyeceğim ancak üzerindeki kalem tashihine dikkatinizi çekeceğim. Bu belge Sadaret’in bir birimi olan “Eyalât-ı Mümtaze ve Muhtâre Kalemi”nde Hariciye Nezareti’ne gönderilmek üzere hazırlanmış. Burası İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın müdürü olduğu kalemdir. Kendisi bu tarihlerde Yıldız Evrakı’nın tasnifi ile meşgul olmalıdır. Muhtemelen bu belgeyi görmediğinden falsosunda kusuru yoktur. Osmanlı bürokrasisi Tanzimattan sonra aldığı şekil ve kurallara göre gönderilecek bir evrakı önce müsevvitlere (müsveddeciler) yazdırır, kalem şefinin tashihinden sonra “aynen kayıt defterine” geçirilen bu yazı oradaki haliyle mübeyyiz (temize çeken, beyaza çeken) tarafından antetli kağıda yazılarak ilgili nazır veya sadrazamın isimliği açıldıktan sonra imzaya çıkarılırdı. Buradaki yazı da aynı aşamalardan geçmiş ve bu tarihteki sadrazam Kıbrıslı Kamil Paşa’nın önüne gelmiş. Ancak mübeyyizin dikkati dağılmış olmalı ki yazısında hiç kimsenin yapmayacağı bir hata yapmış. Nakidin çoğulu olan “nukud” kelimesini “dal” harfi yerine “tı” ile “nukut” şeklinde yazmış. Bu hata tabii ki yılların devlet adamı ve kitabetin kurdu Kamil Paşa’nın gözünden kaçmamış. Paşa her yazıya baştan savma imza atmıyormuş ki buradaki fahiş imla hatasının tashihini de yaparak kalemine iade etmiş.


KIYAMET GÜNÜNDE ELİM YAKANDA OLSUN


Yüz yıl önce dünyayı savaş belası kasıp kavururken Bağdat’tan Sultan Reşad’a gönderilmiş bir mektup. Dili oldukça sade, rahatlıkla anlaşılıyor. Yüzbaşılıktan emekli edilen eski bir askerin çektiği sıkıntılardan iyice bunaldığı bir anda gözünü karartıp, padişaha ağzına geleni saydırdığı sözler inanılmaz. Kâğıda dökülmüş bu sözler, profesyonel askerlerin en azından bir kısmının, vatan-millet diyerek güle oynaya askerlik yapmadığının bir göstergesi.
METİN:
Veliyy-i Nimetimiz Efendimiz Padişah-ı İslam Sultan Mehmed Reşad Efendimizin Huzur-ı Âlîsine
Vaktiyle çocuk iken mekteb-i askerî hocalarının tahrik ve teşvikiyle mektebe cebren alındık. Zabit olduktan sonra, yirmi sene sonrası arkadaşlarım binbaşı iken beni yüzbaşılıkla yedi yüz yirmi bir kuruşla tekaüdlük çerağ ettiniz. Son derecede zulme uğramışım. Huzurunuza halimi telgrafla şikâyet-i hal ediyor isem bir netice çıkmıyor ve tahsis olunan tekaüd maaşımdan her ayda üç yüzer kuruş kesiyorlar. Bağdad’ın zulmü bizleri yaktı. Dört yüz kuruşla idare olunmuyor. Kırk dört yaşında iken tekaüd olunduk. Vaktiyle bizleri kör bıraktılar, sanat öğrenmedik. Şimdi ise dûn maaşla on üç nüfus ailenin idaresinden aciz kalmışım. Ya maaşımın tezyidi ve yahud terfian rütbemin iadesi ve yahud Bağdad etrafında mülkiye kaymakamlığıyla istihdamım ve yahud katlime ferman… Huzur [fazladan yazılmış] yarın kıyamet gününde huzur-ı Rabbü’l-Aleminde elim yakanda olsun. Ol babda ferman.
21 Kanun-ı Evvel sene 331 [3 Ocak 1916]
Nefs-i Bağdad’da Alay 24 Süvari Aşiret Bölük 4
Yüzbaşılıktan mütekaid
Ahmed Nuri b. Emin Harput