24 Ocak 2015 Cumartesi

GÖZDEN SÜRMEYİ ÇALMAK


Günümüzde hırsızlık kariyerindeki zirve noktasını ifade ederken söylenegelen bu deyime yüklenilen mâna ve mefhum ile gerçeğinin hiç alakası yoktur. Eskiden “gözden sürmeyi çeker” şeklinde kullanılırmış. Günümüzde daha çok “adamın gözünden sürmeyi çalar” şekliyle söyleniyor. Bir kere sürme zaten çoğunlukla kadınların sürdüğü bir malzeme. Yaygın değildir ama  bazı erkekler de kullanırdı. Erkeklerin çok yaygın olarak kullanmaları gerekir ki “adamın gözü” nitelemesi normal karşılansın. Bu sebepten kavramların karşılığını başka yerlerde aramak gerekiyor. Bu deyimdeki “sürme” tersanelerde gemi yapımında kullanılan bir kereste ürünü. “Göz” ise ekli resimlerde de görüleceği üzere tersanelerdeki kemerli bölmeler. Bazı gözlerde gemi inşa edilirken, bazılarında da  boyları 15-20 metrelere ulaşabilen sürmeler saklanıyor. Buraları tabii olarak asker koruması altında. Şimdi bir hırsız öyle maharetli olabilecek ki o kadar nöbetçiyi, engeli aşacak, gözlere girecek ve oradaki dev gibi sürmeleri çalacak. Bu hırsız gayet tabii becerikli hırsızdır ve deyimdeki taltife layıktır. 

Mehmed Zeki PAKALIN, Tarih Deyimleri ve Terimleri



Alanya Tersanesi
Haliç Tersanesi

22 Ocak 2015 Perşembe

MÜBADİL TÜRKLER VE SELANİK DÖNMELERİ


Lozan Antlaşması gereğince Türkiye ve Yunanistan arasında “Nüfus Mübadelesi” yapılmıştı. 1924 yılında gerçekleşen bu mübadelenin şimdiye kadar hiç bilmediğim bir boyutuna rastladım. Mübadeleyi anlatırken, Selanik Dönmeleri üzerine de orijinal olaylar ve isimlerden bahsediyor. Bizzat Selanik’in yerli Türk eşrafından birinin gözlemlerinden ibaret, birinci elden malumat içeren bu satırları, yorumsuz olarak sizlere sunuyorum. (Metnin dijital görüntülerinden takip edebilmeniz için sayfa numaralarını köşeli parantezde belirttim.)
METİN:
RUMİLİ MUHACERETİ
SELANİK’TEKİ TÜRK MÜSLÜMAN KARDAŞLARIMIZIN AHVALİ

Yeni gelen Rumili muhacirlerinden bir zat, idarehanemizi ziyaret etti. Bu zat, Selanik eşrafından ve Müftüzadelerden Mehmed Mustafa Efendi namında bir gençtir. Oradaki Müslüman muhacirler hakkında bize uzun uzadıya malumat verdi. Bu malumatı hulasaten enzar-ı kariine [okuyucuların nazarına] arz etmeyi faideli addettik. Mumaileyh diyor ki:
-Bugün Selanik şehri bir mahşer gibidir. Her taraftan, şehirlerden, kasabalardan, köylerden akın akın muhacir kafileleri gelmektedir. Selanik’te vapur bekleyen yüz binlerce Müslüman vardır. Hanlar, oteller dolduktan sonra zavallı Müslümanlar cami avlularında, sokaklarda, yağmura, çamura karşı hasır çatarak sefil bir halde bulunmaktadırlar. Yunanlılar biçarelerin avuçlarında bir şey bırakmamışlar. Beş on kuruşunu muhafaza edebilenler de buraya gelmeden paralarını tüketeceklerdir. Vesait-i nakliye [nakliye vasıtaları] çok noksandır. Haftada birkaç vapurla yüz binlerce halk nasıl naklolunabilir? Hilal-i Ahmer [Kızılay] yardım ediyor. Biraz çorba ile mısır ekmeği veriyor. Fakat asıl yapılacak yardım, bir an evvel bu kafileleri Türkiye’ye [1] sevk edebilmektir. Bunun için çok sürat göstermek lazımdır. Üzerlerinde ne sağlam bir giyecekleri, örtüleri vardır; ne de tedarikine kudret-i maliyeleri müsaittir.
Köylerinden ayrılırken Yunanlılardan görmedik zulm ü cefa, yollarda çekmedikleri mihnet ü meşakkat kalmıyor. Geldikten sonra da Selanik’te layıkıyla mazhar-ı muavenet ve himaye olamıyorlar. Araya giren bir takım menfaatperestler bu zavallıların sırtından bir şey çıkarmaya çalışıyorlar. Selanik’deki  Dönmeler evlerinde rahat rahat oturdukları halde yine bu zavallı Türk köylülerinin meyanına idhal ederek Hilal-i Ahmer’den müntefi’ olmak istiyorlar ve oluyorlar.
Bu yüzden Dönmelerle Türkler arasında Selanik’te çok büyük münakaşalar oldu. Selanik’deki Türkler, Hilal-i Ahmer şubesi reisi Doktor Faik Bey ırkdaşlarından olması hasebiyle onlara daha fazla teshilat ve muavenet gösterdiğine kaildirler. Filhakika bazı şeyler vardır ki Türklerin bi-hakkın infialini mucib olmuştur. Mesela tevziatta Türklerle Dönmeler arasından müsavata riayet edilmiyor. Dönmelere tahsis olunan fırın beyaz ekmek tevzi’ ediyor. Türk köylülerine ise mısır ekmeği veriliyor. [2]
Tahtakale’de Dönme kasaplarından Küçük Osman namında birisi vardır. Dönmeler gizli bir vesika ile oradan et alıyorlar. Türk fukarası ise bu tevziattan mahrum kalıyor. Türk muhacirleri diyorlar ki:
«Yalıboyu -yani Dönmelerin sakin oldukları mahalleler- süt kutuları ile doldu, biz ise açlıktan ölüyoruz.»
Sonra Türkler Dönmelerin Atina’ya bir heyet göndererek «Kendilerinin Türk ve Müslüman olmadıklarını, binaenaleyh mübadeleye tabi bulunmadıklarını talep etmiş olduklarından dolayı onlara kalben çok münfail olmuşlardır. Bu heyet (Dilber Faika) namında bir Dönme kadınının riyasetinde Atina’ya gitmiş, fakat muvaffak olamamıştır. Yunanlılar bu heyete demiş ki:
-Biz şimdiye kadar sizin böyle bir davada bulunduğunuzu işitmemiştik. Bittabi şimdi bu talebinizi tervic edemeyiz.
Dilber Faika, Biryat siyon [ismin orijinalini bulamadım. Okul ismi gibi ] müdiresidir. Yunan devairinde [resmi dairelerinde] kimin ne işi varsa bu kadına müracaat eder. Dilber Faika herkesin işini suhuletle bitirmeye muvaffak olur. Dönmeler de bunun için Atina’ya gönderdikleri heyet riyasetine bu kadını intihab etmişlerdi. Fakat nasılsa bu defa muvaffak olamadılar.
Sonra Türklerin Dönmelere karşı besledikleri infialin diğer bir [3] sebebi de vardır ki çok mühimdir. Türk hükümeti Selanik’ten çekildikten sonra Dönmeler yavaş yavaş fesleri çıkarak şapka giymeye, kadınları da çarşafları atmaya başladılar. Gitgide bu hal umumileşti. Son zamanlarda Dönmelerin erkekleri hemen umumiyetle, kadınları da ekseriyetle şapka giydiler. Kadınların bir kısmı da şapka değilse de başlarını ona benzer bir hale koydular. Kollarını, göğüslerini, enselerini açtılar; yalnız başlarının tepesinde tülden, yahut kumaştan birer parça muhafaza ettiler. Bu halde kalanlar vakt ü hali o kadar yerinde olmayanlardır. Fakat Yalıboyu’ndaki Dönme kadınlarının hemen hepsi şapka giydiler. Bunlar erkeklerle beraber tiyatrolara, sinemalara, barlara gazinolara gidiyorlar. Selanik’in yerli Türkleri bu ahvalden çok müteessir olmuşlardı.
Vakta ki Tevfik Rüşdü Bey riyasetindeki Mübadele Komisyonu Ankara’dan hareket ettiği haberi geldi, bunlar derhal şapkalarını çıkararak fes giymeye başladılar.
Malum ya, bunlar kabile kabiledir. «Yakubiler, Hamdi Bey Takımı, Hoynozlar, İnce Saçlılar…» gibi kabilelere münkasimdir [bölünmüştür]. Kendilerinden başkasından kız alıp kız vermezler, hatta bir kabile halkı diğer kabile ile sıhriyet [akrabalık] tesis etmez. Osman Dede mürşid-i a’zamlarıdır. Mezhepte ona tabidirler. Osman Dede, peygamberlik daiyesinde bulunan büyük cedleri Sabetay Lui’nin [Sabatay Sevi] mezhebini izah ve tafsil etmiştir. Osman Dede’nin yazdığı kitaplar münhasıran Dönmelerin ellerinde bulunur. Osman Dede’nin kabrini her zaman ziyaret ederler. [4]
Bunların böyle Türklerden ayrı ayrı yaşamalarını bazı kendi içlerinden olanlar da hoş görmüyor. Bu ayrılığı gayrılığı kaldırmaya teşebbüs edenler oluyor. Fakat her nedense muvaffak olamıyorlar. Feyziye Mektebi muallimelerinden İsmet Hanım namında bir kadın da bu kabildendir. Bu kadın Dönmedir, fakat Türklere karşı kalbinde çok muhabbet vardır. Dönmelerin böyle evlenmelerinde, cenazelerinde, makberlerinde kat’iyen Türklerle ihtilat etmemelerini açıktan açığa tenkid etmiştir. Bunun üzerine bu kadıncağızı döğerek mektepten azlettiler. Şimdi dişçilik yapıyor.
Sonra Yadigar-ı Terakki Mektebi karşısında Bisikletçi İbrahim Efendi namında bir zat vardır. Bu da Dönme idi. Fakat bilahire onlardan ayrılarak bir Türk hanımıyla evlendi, tamamiyle Müslümanlık ahkam ve şeairine teb’an yaşamaya başladı. Şimdi bu İbrahim Efendi pek sağlam bir Müslümandır. Yadigar-ı Terakki Mektebi’ndeki bisiklet meraklısı olan Dönme çocuklarından bazıları [5] İbrahim Efendi’nin yanına geldikçe İbrahim Efendi onlara Türklerin mezayazından, artık bu ayrılık gayrılığın aralarından kalkması lüzumundan bahsedermiş. İbrahim Efendi’yi dinleye dinleye bu çocuklarda Türklük hisleri uyanmaya başlamış, bir defa mektepte Dönmelerle Türkler arasındaki ayrılık gayrılığın kalkması lüzumundan bahsetmişler. Bu heyet-i idareye aksetmiş bunun üzerine heyet-i talimiye çocukları toplamış. «İçinizde Avrupa’ya gitmek isteyen var mı?» diye sormuşlar. Çocukların bir çoğu «Avrupa, Avrupa! Hiç istemeyen var mı?» diye bağırmışlar. Müdür demiş ki:
-Avrupa’ya karşı gösterilen muhabbet ve meftuniyetinizden memnun olduk. Şu kadar ki hepinizi göndermek mümkün değildir. Kur’a çekeceğiz. Kime isabet ederse o gidecektir.
Filhakika kur’a çekmişler. Fakat ne tuhaf tesadüf! Kur’a hep o İbrahim Efendi’nin dükkânına giden çocuklara isabet etti ve bu çocuklar Avrupa’ya gönderildiler. Ondan sonra diğerlerinin de İbrahim Efendi ile temas etmesine çok dikkat ettiler.
Hâsılı asırlardan beri onlar bu halde yaşamışlar ve bu güne kadar bu akidelerini, bu taassuplarını muhafaza edegelmişlerdir. [6]
Sonra Türkiye’den Mübadele Heyeti geldikten sonra da bazı şeyler oldu ki bunlar da Türklerin infialini mucip oldu. Heyet gelince Müslüman ahaliye karşı beyannameler tevzi olunmaya başladı. Bu beyannamelere gerek müsadere olunan, gerek memleketlerinde kalan emval-i metrukenin neden ibaret olduğu yazılacaktı. Bu beyannamelerin tevziinde de bazı dolaplar, fırıldaklar döndü. Muhtelit Komisyon azalığına tayin olunan Selanik dava vekillerinden Dönme Mustafa Arif Bey’in mahdumu Edip Arif Bey (Edip Arif Bey, Vatan gazetesinin muhabiri Lütfi Arif Bey’in biraderidir) yine Dönmelerden Selanik Belediye Reisinin damadı Tahsin Bey namında iki zat peyda oldu. Bunlar beyanname müteahhidi sıfatıyla ahali ile heyet arasına girdiler. Bunlar basılan beyannameleri alıyorlar, ahali bunlara müracaat ediyor. Bunlar Daruleytam’da bir yer açtılar. Herkes oraya geliyor. Bunlar maiyetine birkaç da katip aldılar. Beyannameleri bunlar dolduruyor, kendilerine veriyor, bunun mukabilinde Edip Arif ile Tahsin Bey köylünün kılığına kıyafetine bakarak tutturabildiği kadar bir meblağ isterler. En aşağı elli altmış Frank alırlar. Yüzden fazla aldıkları da olurdu. Bu paranın üç beş Frankını kâtiplere verirler. Üst tarafı da müteahhitlerde kalırdı. Yunanlılar tarafından soyularak gelen zavallı Türk köylüleri bir de «Edip Arif ve Tahsin» Bey kumpanyası tarafından böyle muameleye maruz kalıyordu. Fakat zavallı köylüler işin farkında değil. Bu paranın Hilal-i Ahmer’e ait olduğunu zannederek bunu seve seve veriyorlardı. Bilahire Selanik’in Türk eşrafı bunu haber alarak Hilal-i Ahmer reisi Mahir Bey’e müracaat ettiler, bu paranın Hilal-i Ahmer Sandığı’na yatırılıp yatırılmadığını sordular. Haberi olmadığını söyledi. Türkler üç kişiden mürekkep bir heyette Atina’ya Tevfik Rüşdü Bey’e gönderdiler. Bu meselenin şuyu’u bütün Türkleri son derece müteessir etti, infiallerini tezyid etti. Hayli gürültüler oldu. Matbuata kadar intikal etti. Gazeteler her şeyi açıktan açığa yazdılar. Bunun üzerine Edip Arif ile Tahsin ortadan kayboldular. Lakin topladıkları binlerce Frank ceplerinde kaldı. Her halde beyanname müteahhidi Edip Arif Bey’in biraderi Lütfi Arif Bey kardaşının yaptığı bu işleri gazetesine yazmıştır, zannederim.
Ondan sonra beyannameler meccanen tevzia başlandı. Şimdi köyler heyet-i ihtiyariyesi davet olunarak kaç hane ise o kadar beyanname kendilerine veriliyor. Onlar da doldurarak iade ediyorlar. Bunun mukabilinde hiçbir ücret alınmıyor. Allah razı olsun, Tevfik Rüşdü Bey bu hususta Müslümanları çok himaye ediyor.

İşte bu sebeplerden dolayı Dönmelerle Türkler arasında hayli münakaşalar, hayli gürültüler oldu. Muhtelit Komisyon azasından Mösyö Henç bu münakaşâta nihayet verilmesi hakkında bir beyanname neşretti. Bu meselelerde hep Mustafa Arif Bey’in tedbirsizliği yüzünden vukua geldiğini söyledi. İşte ben oradan ayrıldığım zaman vaziyet bu merkezde idi.









20 Ocak 2015 Salı

EN ESKİ OSMANLI ARMASI

Ressemehü'l-hakîr Kostantin TAPALDO maslahatgüzar-ı Devleti'l-Aliyye be-Devleti'l İmparatoriyyeti'l- Nemseviyye fî'l-beldeti Beç. Fî sene 1217

Bu resimde görülen arma benzeri şekillerin tarihinden daha eski bir armaya tesadüf edemedim. Bu resimde görülenden daha eski tarihli bir arma görebilen var mı?


EFENDİNİN NUMARASINI ALINIZ LÜTFEN


Ebül’ula Mardin, Mekteb-i Hukuk yani Hukuk Fakültesi’nde 1899-1903 yılları arasında okumuş, Osmanlı döneminde yani. Köken olarak molla, müderris bir aileden geliyor. Yıllarca Medeni Hukuk Ordinaryüs Profesörü olarak yüzlerce hukukçu yetiştirmiş. Kendine asistan seçerken tamamen liyakate önem vermiş. Sonradan asistanı olacak İsmet Sungurbey’i daha talebeliğinde keşfetmiş. Hukuk Fakültesi’nde Eşya Hukuku dersini takrir eden Ebül’ula Mardin, talebe Sungurbey’in bir soruya verdiği cevaptan memnun kalınca yanındaki asistanlarına dönerek “Efendinin numarasını alınız lütfen” demiş. Bundan sonra da ilgi ve teşviklerini esirgemeyerek kendi kürsüsüne asistan olarak almış.
Şimdi ne var bunda diyebilirsiniz. İsmet Sungurbey, Türkiye İşçi Partisi’nin kurucu ve önderlerinden biri. 1961-1971 arası aktif olarak TİP hareketinde rolü var ve 12 Mart’ta bu yüzden hapis yatıyor. İşte sonradan TİP’çi olacak İsmet Sungurbey’i Ebul’ula hoca hiç çekinmeden kürsüsüne asistan seçebiliyor. Öğrencilğinde en azından rengini belli etmiştir muhakkak, buna rağmen liyakat açısından değerlendiriliyor, siyasi görüşü geri planda kalıyor.

Talebesi de hocasının en büyük eserlerinden “Huzur Dersleri”ne ilave iki cilt hazırlıyor ki kitaba aşina olanlar ne kadar emek harcandığını yakından bilirler. İsmet Sungurbey'i tanımayıp da Huzur Dersleri’ni eline alan biri, hocayı “mollanın teki” olarak rahatlıkla değerlendirebilir. Daha sonra aynı kürsüde Hüseyin Hatemi’nin de yer alması, üniversitede nasıl bir kadrolaşma! olduğunun en müthiş örneği galiba.
Hatemi, içinde bulunduğu “Hareket” ekolü çerçevesinde, “İslam Açısından Sosyalizm” kitabı bile yazabiliyordu. Hatemi de o tarihlerde Sungurbey’in asistanı mıdır, Ebul’ula’nın bayrağını o mu devralmıştır bilemiyorum ama en azından Sungurbey’in kedilerini devraldı.
1960-80 arası kutuplaşmaların had safhada bulunduğu bir zaman diliminde böyle hoşlukları yaşamayı nasıl başardı bu insanlar. 12 Eylül her şeyin üzerinden silindir gibi geçerken burayı da ıskalamamıştı haliyle…Iskalasaydı şaşardım zaten, yoksa Cumhurbaşkanı eli öpmek için iki büklüm kıvranan Hukuk dekanları başka türlü nasıl yetiştirilecekti…


17 Ocak 2015 Cumartesi

BAĞDAT VALİSİ SÜLEYMAN PAŞA’NIN İDAM YAFTASI



Tahminen 1810 yılına tarihlenen bu belge bir idam yaftası suretidir. Bağdat Valisi Küçük Süleyman Paşa, Sultan İkinci Mahmud’un bu bölgeye gönderdiği meşhur Halet Efendi tarafından idam ettirilmiştir. Kesik başı İstanbul’a gönderilmiş olmalı ki Topkapı Sarayı’nda Ortakapı veya Babussaade dışındaki ibret taşına konularak halka izlettirilmiş ve o kesik başın yanına da bu ibareleri içeren bir yafta konulmuştur. İdam yaftasında dile getirilen suçlamaların bugünkü Irak coğrafyasındaki durumla ne kadar örtüştüğü şaşırtıcı olmaktadır.

METİN:

Bağdâd-ı behişt-âbâd misillü a’zam-ı bilâdın taraf-ı Devlet-i Aliyye’den mansûb valisi olup def’-i mazarr-ı ibâd ve icrâ-yı adl u dâd ile tahsîl-i izdiyâd-ı rızâ-yı Bârî ve tekmîl-i inkıyâd-ı emr-i hazret-i tâc-dârî eylemek fariza-i zimmeti iken bu meslek-i rızâ-kârîden münfek olarak Haremeyn-i Muhteremeyn’e ihâneti rûnümâ olan Hâricî mel’ûnu tarafına istinâd ve ol havâlî kabâ’il ve aşâyirini başına cem’ u ihtişâd ve evâmir u nevâhî-i ulü’l-emre itâ’at etmeyüp ve husûsile bi’d-defe’ât evâmir-i aliyye ile kahr u tenkiline me’mûr olduğu Hâricî üzerine gitmeyüp hilâf-ı rızâ harekete izhâr-ı ru’ûnet ve inâd ederek kendi zamir-i fesâdı revâcile müttefik-ı Hâricî olup nefs-i Bağdad ve Musul ve ol havâlîde olan kurâ ve kasabât fukarâsını enva’-ı mezâlim ve ta’addiyâtile iz’âcı haddi tecâvüz ederek bayağı bâğî hükmüne girmiş “inneme’l-cezaü min cinsi’l-amel” mazmununu kesb etmiş olduğuna binâ’en hakkında fermân-ı kazâ cereyân-ı sudûr eden i’dâm ve izâlesiyle vaz’-ı nihâde-i ibret kılınan Bağdad Valisi Süleyman Paşa’nın ser-i maktû’ıdır.

SADELEŞTİRME:


Bağdat gibi Cennet benzeri bir büyük beldenin Devlet-i Aliyye tarafından tayin edilen valisi olup halkın üzerinden kötülüğü def ederek, adalet ile yönetimde bulunarak Allah’ın rızasını elde etmesi ve padişahın emirlerine bağlı olması en öncelikli görevi iken bu yoldan ayrılarak Mekke ve Medine’ye apaçık ihanet içinde olan Haricilere dayanıp ve o civardaki aşiret ve kabileleri başına toplayarak ulü’l-emrin emir ve yasaklarına itaat etmeyip ve özellikle yok edilmelerine dair defalarca gönderilen fermanlara rağmen Hariciler üzerine gitmeyip padişahın isteğine karşı gelmek gibi ahmaklık ve inatta ısrar ederek, içindeki fesada uyarak Harici müttefiki olup, Bağdat, Musul ve o çevredeki köy ve kasabaların ahalisine zulüm ve düşmanlık ederek haddini aştığından ve açıkça isyancı hükmüne girerek “Muhakkak ki ceza işlenen suçun cinsinden olmalıdır” ilkesine göre davranılmayı hak etmiş olduğundan, hakkında idam fermanı çıkarılarak idam edilen ve ibret taşına konulan Bağdat Valisi Süleyman Paşa’nın kesik kafasıdır.


OKMEYDANI VE OKÇULUK






Ahmed Safi Efendi'nin "Sefinetü's-Safi" nâm dev eserinde Okmeydanı ve Okçuluk tarihimize ait orijinal malumatı sizlere takdim ediyorum. Fotokopide okunamayan bazı yerleri var ama yine de mânâ kaybolmuyor. 

OKMEYDANI

Okmeydanı Mescidi’ni Fatih Sultan Mehmed bina edip sonra Bayezid-i Sani müstakil vakıf tayin ile tekye ve matbah bina eyleyip daha sonra mülûk ve vüzera ve sair bazı ashab-ı hayr vakfına zam ile taamını teksir ve mahallini tevsi’ eylemişlerdir. 1184 senesi kazasker muhzırlarından el-Hac Ebubekir Ağa bir minare bina eylemiştir. 1234 senesi Mahmud-ı Sani mezkûr tekyeyi ve cami-i şerifi tecdîd ettiği esnada minaresini de resm-i cedîd üzere bina ettirdi. Sene-i mezbûre Cumadelulâsının yedinci yevm-i hamsinde ba’delasr lodos tarafından hübûb eden şedîd rüzgâr minarenin nısfından ziyadesini yıktığından tekrar bina olunmuştur ve mahall-i mezburda minberi Ahmed-i Salis bina etmiştir.

Kasr-ı Hümayun tahtında bir kuyu olup tekyenin de iki kapısı vardır. Minberin evvel banisi 1035 senesinde eşkıya yedinde şehid olan sadaretten ma’zul Gürcü Mehmed Paşa’dır. Minberin kapısı üstünde bu tarih mesturdur:

Bu makâmı yapdı çûn Gürcü Mehemmed Paşa
Gördüler anı yerinde hayli tahsîn ettiler
Bir namazgâh oldu hakkâ şimdi Okmeydanı’na
Bu fezâ-yı bî-nazîre necm-i hayrı sacdılar
Olmamışdı bu ârâya bundan evvel hiç nazar
Bu binâyı gördüler cândan duâlar etdiler
Bu makâmı göricek Hâ’if dedi târîhini
Hay mahallinde acib mihrâb u minber yapdılar
sene (1034)

Etrafında kemânkeşlerin taşları vardır ki ekserinin tarihleri üzerinde yazılmıştır. Hattâ Tozkoparan Ahmed Ağa merhumun taşında bu beyt yazılmıştır ki budur:

Sahibü’l-menzil fi’l-meydân / Ellezî ismuhu Tozkoparan

Eş-Şeyh ale’l-ma’rûf bi-İdrisi’l-Reisi’l-Meşhûr bi-Muhtefî-i Bayrâmî dahi meydan-ı mezbûrun aşağı tarafında tersane verâsında medfundur. 1034 tarihinde vefat etmiştir. 1134 senesinde vefat eden fudelâ-yı şöhret-şi’ârdan Ayasofya-i Kebir vâizi Fazıl Süleyman Efendi de meydan-ı mezbûr mekâbirine defnolunmuştur. Ve sâir mekâbir-i meşhûre çoktur. Selim-i Salis’in taşları vardır. Mahmud-ı Sani’nin 1233 senesi Cumadeluhra’nın beşinci Salı günü kabza aldığı esnada bir âlî ziyâfet tertip olunup Gümrükçü Eğinli Osman Ağa “Ziyâfet Emini” nasbolunmuş ve cümle kemankeşlere alâ-merâtibihim taraf-ı Şâhâne’den bohçalar ve atiyyeler verilmiştir. O esnada mazhar-ı iltifat-ı Pâdişâhî olan Okmeydanı Şeyhi Hafız Efendi bi-hikmeti’l-lahi teala kara sevdaya mübtela olarak evail-i Ramazan-ı Şerif’te piştov ile kendisini helak eylemiştir. (fi sene 1237) (Hadikatü’l-Cevâmî’den hulasa)

Okmeydanı Dergâhı her sene rûz-ı Hızır’da açılır rûz-ı Kasım’a kadar altı ay devam eder. Yevm-i mahsusları Pazartesi ve Perşembe günleridir. Bu altı ay için Tersane’den beheri yetmiş dirhem olmak üzere dört bin adet has olarak nan-ı aziz i’ta olunur. Mülûk-ı sâlife-i Osmaniye ve sair ashâb-ı hayr taraflarından vakfedilmiş olan enva’ et’ımadan mâ’adâ rûz-ı Hızır’da her sofra için bir adet büryan kuzu da verilir. (1- Kemânkeşlerin ta’âm ---- ettikleri sofra iyi müdevverü’ş-şekl, meşinden …..) Kemânkeşler ta’âmı gayetle acele ekl u tenavül etmeleri usuldendir. Mesela bir sahan yemek beş dakika zarfında ekl olunur. Dergâhın ilk küşâdı haftasında bir top kumaş ihzâr olunarak iki adet nişangâha kemânkeşler ok atarlar. Her kimin oku nişangâha isabet eder ise bu kumaş onun boynuna ve eğer iki kişinin oku isabet eylerse bu kumaş ortasından kesilerek münasıfeten bunların boyunlarına sarılarak dergâhda şeyhin huzuruna getirirler. Şeyh Efendi bunların isimlerini defter-i mahsusuna kaydeder. Bu âdet her sene dergâhın ilk küşâdı haftasında yapılırsa kemânkeşlerin attıkları oklarda isimleri yazılırdı. Şeyhlik evladiyet olmayıp en mâhir kemânkeş münhal vukû’ında bi’l-intihab dergâh-ı mezkûra şeyh tayin olunur. Fatih Sultan Mehmed’in yaptığı camiden mâ’ada padişahlar için daire-i mahsusa ve vasi’ ahır ve müteaddid odalardan başka bir de meydan odası olup şeyhe mahsustur. Bu odada Şeyhürrimat yani Müslümanlarca “kemânkeşlerin pîri” olan Aşere-i Mübeşşere’den Sa’d bin Vakkas Radiyallahu anhu hazretlerinin ism-i şerifi ve güzerân eden ve eslâftan olan kemânkeşlerin esâmîsini havi hutut-ı nefîse ile yazılmış gayetle müzeyyen birer adet levhaları ve eserleri mevcut idi. Bu eserler arasında bir ok iki tarafından ve ortasından delmiş bir şişe görülür ki ne şişe kırılmış ve ne de ok şişeden çıkarılmıştır. Kemânkeşlerin ekserîsi saray mensuplarından ve hâdım ağalarından müteşekkil ve efrâd-ı ümmetten de pek çok kemânkeşler var idi. Beher hafta Pazartesi ve Perşembe günleri içtima vuku’ında münâvebe tarîkıyla kemânkeşler üç sınıfa taksim olunurlar. Bir kısmı o gün ok atar, onlara o gün “kemânkeş” tabir ederler, diğer kısmı o gün taama nezaret eder ve gelen misafirleri ağırlar bu kısma “taamkeş” derler. Üçüncü kısmı da temâşâya gelen halkı atılacak ok hududu haricinde bulundurmak ve kaza vukû’ına meydan vermemek ve kargaşalık çıkarttırmamak için intizamı muhafazaya memurdur ki bu kısma da “tabankeş” namı verilir. Hikmet-i İlahî kazâen bir Müslümana ok isabet etse ve derince de ceriha yapsa tedavi ile cerihası iyi olur. Fakat gayrimüslime isabet eylese ve cüz’î bir ceriha yapsa ve her ne kadar tedavi edilse ifakat bulmaz. Sebeb-i mevti olur. Kemânkeşler arasında mektûm tuttukları bir (sır) vardır ki harice ifşâ o sırrı kemankeşlerden gayrisi bilmez. Kemânkeşler ibtidâ (kepâze) dedikleri gevşek talim yaylarıyla talim ederler ve bir de ok atacakları vakit kemânı çektikleri hinde (Yâ Hak) deyü nidâ ederler. Hoca Neş’et Efendi merhum şu beytinde

Ne hava ve ne kemân ve ne kemânkeş ancak
Erdiren menziline tîri nidâ-yı Yâ Hak

Diyor. Vâkı’a öyledir. Asrımızda Sultan Aziz merhum arasıra dergâha gelir. Kemânkeşlere tablaya ok attırır ve her bir kemânkeşe beşer yüz kuruş altın pare ile bohçalar derûnunda olduğu halde kumaşlar hediyeler ihsan eder idi. Ahîren Abdülhamid-i Sani’nin mabeyn kitabetinde bulunan şeyhin biraderi Fazıl Bey ve Mevlevi Zeki Dede o zamanki kemânkeşlerin meşhur ve mahirlerinden idi. Kemânkeşlerde sinir ve zîk-ı sadr illetleri bulunmaz. Çok muammer olduğu halde ihtiyarlık zamanında ve ömrünün ahir vakitlerine kadar elleri ve sair uzuvları titremez. Şeyhülhattatin olan Şeyh Hamdullah Efendi merhumun muammerinden olduğu cihetle âhir ömürlerine kadar elleri titrememiştir. Çünkü şeyh merhum kemankeştir. Şeyhlik unvanı bir hattatlıktan dolayı olmayıp fevkalade ok attıklarından nâşîdir. Ok talimi Müslümanların cimnastikidir. Dergâhtaki odaların her birinde gayetle güzel antika oklar yaylar kirişler ve bunlara müteallik bir çok âlât ve edevât-ı kavsiyye bulunur idi (A’te’l kavsi erbâbihâ) kavsi erbabına ver. Biz Türkler kavsi erbabına vermediğimiz için başımıza neler gelmedi; daha kimbilir neler gelecek. İstanbul’da Sultan Bayezid’de Okçularbaşı denilen caddede okçu dükkânları vardı. Şimdi yalnız namı kalmış. Ve o caddede mevcut olan dükkânları kunduracı ve sair esnaf işgal etmiştir. Okmeydanı’ndaki cami ve dergâh ve dergâhın müteferriatı kâmilen mahvolmuş ve yerleri Evkaf tarafından cüz’î bir akçe mukabilinde Arnavutlara ve sairlere icara verilmiştir. Kemânkeşler münkariz olduğu gibi bir adet ok, bir adet kemân ara bakalım bulabilir misin!! Heyhât âsâr-ı kadime-i milliyemizi bizim için muhafaza kaydında bulunmak yoktur. Akvâm-ı saire ise terakki ve tealiye çalışır ve âsâr-ı kadîmesini de muhafaza eder. Bu hususta pek çok söz söylenebilir ise de teessüfü mucip olmaktan başka bir şeye yaramaz. Nişangâh ittihâz olunan taşların da çoğunu mahvettiler. Bundan ne çıkar.

(İlave) Hasib Bey nâmında ehibbâmızdan bir zât vardı. Türk tarihinde mezkûr olan eslâftan pek çok zevâtın terâcim-i ahvâlini bilir ve bu cihette malumat-ı vâsi’ası vardı. Abdulhamid-i Sani’nin kitapçısı oldu. İsviçre’de toplan[an] tarih encümenine Devlet-i Osmaniye tarafından matlubu veçhile tarih-aşina kimse bulunamadığından bu zât gönderildi. Bizde müverrih yetişmediği gibi tarih bilen de nadirdir. Nadir ise ma’dûm hükmündedir. Her ne ise Rehnümâ-yı Kostantiniye yazmakla meşgul olduğumuz sırada Şâir Nef’î’nin ve Matbaacı İbrahim Müteferrika’nın merkadlerini bilip bilmediğini Hasib Bey’den sormuş idim. Bilemedi. Nef’î’nin merkadi Babıali’de olduğu “Sefîne”mizin on üçüncü nüshasında yazmış idim. İbrahim Müteferrika’nın merkadini tesadüf kabilinden olarak buldum. Okmeydanı Camii hakkında Hadîkatü’l-Cevâmî’den naklen bâlâda muharrer makalede ismi mezkûr olan ricâl-i Bayrâmiye’den İdris-i Muhtefî (kuddise sırruhu) hazretlerinin kabirleri civarındadır. Aradan pek çok seneler mürur ettikten sonra Meşrutiyet ilan olundu. Fudelâ-yı asrımızdan ve ehibbâmızdan Cebel-i Bereket mutasarrıflığından munfasıl Kazım Bey teşkil olunan Tarih Encümeni’ne memur oldu. Tarihe aid bazı şeyleri bu acizden sual ederdi. Ben de bildiklerimi kendisine cevaben söylerdim. Bir gün İbrahim Müteferrika’nın merkadini sordu, mevkiini söyledim. Kazım Bey de Tarih Encümeni’ne haber verdi. Mezbûr merkad görüldükten sonra encümen azası ve matbuat erbabı İbrahim Müteferrika’nın merkadi üzerine tarz-ı nevîn türbe yapmak için iane suretiyle para topladılar. Toplanan iane parası Sabah Gazetesi Matbaası’nda hıfz ediliyordu. Araya muharebe gürültüleri karıştı. İş yüz üstüne kaldı. İlerisini bilemem.

21 Rebiülevvel sene 1341 ve 11 Teşrin-i Sani sene 1338-1922

Ez’afül ibad
Ahmed Safi
Camiül’huruf



15 Ocak 2015 Perşembe

RUMELİ HİSARI CAMİİ


Rumeli Hisarı Camii'nin ihya edilmesine karşı gelen itirazları anlayamıyorum. Burası Türk Medeniyeti'nin en önemli eserlerindendir. Dört ay gibi akıllara zarar kısacık bir sürede inşa edilmesi Türk mühendisliğinin geçmişini dünyaya ispatlayan en yetkin vesikalarındandır. İstanbul'un fethinin 500. yılını kutlama projelerinden birisi buranın yıkılarak yerine 100 metrelik Fatih heykeli kondurmaya yönelikti. Fatih'in en büyük abidesini yıkıp da yerine heykelini dikmeyi önerenin kasd-ı mahsusu ebediyyen gerçekleşmeyecektir. Yüksek Mimar Cahide Tamer'in gayretleriyle bu tarihi mirasımız restore edildi ama ne yazık ki hisar içinde zamanla oluşan Türk evleri ve mahalle yok edildi. Daha eskilerde yıkılmış bir camii ve şerefeden aşağısı duran bir minare de vardı. Burası da ne yazık ki konser sahnesi haline dönüştürüldü. Yıllarca bu caminin ve mahallesinin yeniden ihya edilmesini bekledim. Bugünlerde sadece cami yeniden inşa ediliyormuş. İtirazlar da burada başlıyor zaten. Ne demek efendim, cemaati olmayan yere cami yapılır mı? Böyle bir mantık iflas etmiş demektir. Cemaati bırakın, üzerinde insan yaşamayan Akdamar adasındaki kilise ihya edilirken hiç akıllara gelmeyen bu husus neden şimdi itiraz gerekçesi olabiliyor. Orası restore edilirken tarih yaşatılıyor da benim Rumeli Hisarı'ma bu neden çok görülüyor. Rumeli Hisarı Camii fetihten beri oradadır ve bundan sonra da olacaktır. Orası hiçbir zaman konser alanı olarak kullanılamaz.
Bu peşin desteğim tabii ki son devrin müteahhit bile olamayacak kaptıkaçtı restoratörlerinin eline yüzüne bulaştırdığı türden bir restorasyon ve ortaya çıkabilecek yüz karası bir eser karşısında en şiddetli tenkide dönecektir. Harabeye yüz tutan hisarın kendisi de orijinal kuleleri ile birlikte ele alınarak, ortadaki bütün fazlalıklar temizlenerek en azından 400 yılı olan Türk Mahallesi evleri de inşa edilmelidir.



KAHVEYE HUBUBAT KARIŞTIRAN LANETLENMİŞ KAHVECİLER



Osmanlı topraklarıyla tanışmasından Üçüncü Selim devrine kadar Osmanlı insanının karakteristik özelliği haline gelen kahve haliyle çok yaygın ve ticareti de bir o kadar karlı bir ürün. Nizam-ı Cedid düzenlemeleri esnasında kahve üretim ve pazarlamasına da el atılmış. Zira o devirde kahvenin kendisi yerine ona benzer ne gibi hububatlar varsa onları öğütüp millete kahve yerine içiriyorlarmış. Zaten kârlı bir iş yapmalarına rağmen kâr üstüne kâr etmek ve bunu milletin aleyhine gerçekleştirmek isteyenler her devirde mevcut demek ki… Tüketicinin gerçek kahveyi içebilmesi için derli toplu bir nizamname hazırlanmış. Bunun gerekçe kısmından bir bölümü sizlere sunuyorum.

SADELEŞTİRME:

Bugünlerde insanların içmeyi alışkanlık haline getirdikleri ihtiyaçlarından olup, sokaklarda ve pazarda kahve diye alım-satımı yapılanların çoğu kahvenin kendisi olmayıp, kahve özelliği gösteren hububat ile karıştırılarak döğülen bir üründür. (Döğme yerine artık “çekilme” tabiri kullanılıyor. Sınırlı üretilen dibek kahvesi için “döğülme” tabiri geçerlidir). Tahmis memurlarının rüşvet almaya meyilli olması kahve üretimine hile karışmasına sebep olmaktadır. Bundan sonra ona benzer lanetli işlerin meydana gelmemesi ve Allah’ın dilediği zamana kadar kanun olmak üzere bir kurala bağlanması gerekmektedir. Gümrük Emini ve kahve tüccarlarının söz anlar, sadık ve iş bilir olanlarından lazım gelenleri çağırarak bundan sonra tahmisde döğülen kahveye hububat cinsinden bir şey karıştırılmamak ve saf kahvenin ibadullaha satılmasını sağlamak için nasıl bir düzenleme gerekiyorsa araştırma ve müzakeresini yapıp bildiriniz.

METİN:

Suret-i Nizam-ı Kahve
El-haletü hazihi ibadullahın şürb u istimalini itiyat ettikleri havayic-i mahsusalarından olup esvak u pazarda bey u füruht olunan kahvelerin ekseri aynı kahve olmayıp ahar kahve tabiatında olan hububat ile memzucen meshuk idüğü ve bu keyfiyet tahmis ümenasının irtikab-ı tam' u habasete irae-i ruhsatlarından neşet eylediği muhakkak olmaktan naşi fi-ma-bad o misillü mel'anet vücuda gelmeyecek ve ila maşallahi teala düsturü'l-amel tutulacak veçhile bu hususun taht-ı rabıtaya idhali lazımeden olmağla gümrük emini ve kahve tüccarının söz anlar ve kâr-güzâr ve sadık olanlarından lazım gelenleri celb ve fi-ma-bad tahmisde sahk olunan kahveye ahar cins hububat mezc olunmayarak aynı kahve sahk ve ibadullaha füruht olunması ne makule nizam ve ihtimama menuttur ve hilaf-ı hareket vuku'ında mütecasir olanların icra-yı tedipleri nizam-ı mezkurun devam ve istikrarı ne misillü rabıtaya bend ve tevsika merbuttur. Müzakere ve keyfiyeti etrafıyla bade't-tahkik suret-i nizamı ber-vech-i izah…



14 Ocak 2015 Çarşamba

MOLLA KÂBIZ

1527 senesinde, Kanuni’nin saltanatı sırasında, Makbul İbrahim Paşa sadrazamlığında gücünün zirvesinde iken İstanbul’da garip bir olay yaşanır. Etraf komşuların sindirildiği nisbî barış devresinde İran’dan gelen Molla Kabız isimli biri halk ve ulema arasında Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den üstün olduğunu iddia etmeye başlar. Bu iddiasını ayet ve hadislerden çeşitli delillerle de perçinleyerek, kafasını iyice karıştırdığı sıradan insanları ikna eder hale geldi. Durumdan rahatsız olup vazife çıkaran ama fikren rakiplerini alt edemeyen bir kısım ulema ve dindar da Molla Kabız’ı yaka-paça Divan-ı Hümayun’a, Sadrazam Makbul İbrahim Paşa’nın huzuruna çıkardılar. İkisi de makam sevgisiyle dolu ve büyüklük taslama sevdalısı olan Rumeli Kazaskeri Muhyiddin Çelebi ile Anadolu Kazaskeri Kadiri Efendi önünde Molla Kabız iddiasını dillendirmeğe başladı. İki kazasker de iddiaları çürütecek cevap bulamayıp, işi şirretliğe dökerek asarız-keseriz demeğe başlayınca Sadrazam İbrahim Paşa duruma müdahale etti. “Bu şekilde bir davada şiddet göstermek yerine şeriatın, hukukun gereği neyse onun yapılması gerekirken siz cevap vermeğe bile güç yetiştiremediniz. Geçmiş ulemanın geçtiği yollardan geçemediniz. Bu bana acayip geldi” diyerek mecburen davayı tatil ederek Molla Kabız’ı demir zincirli vaziyette zindana gönderdiler.

Meğer Kanuni Sultan Süleyman Divan-ı Hümayun’da kafes arkasında bu davayı dinliyormuş. Davanın gideceği yolu anlayınca vezirleri huzuruna çağırmış. “Bir dinsiz-mezhepsiz Divanımıza gelip Peygamberimizin şanına noksanlık verecek hezeyanları dile getirir ve bu batıl fikirlerince delil dahi nakleder. Bununla beraber susturulup, delilleri çürütülmeden mahkemeden çıkar gider. Bu nasıl haldir” diye sormuş. Sadrazam İbrahim Paşa “Ne edelim, kazaskerlerimiz şer’-i şerifi bilmediklerinden mahkemeyi yürütüp hüküm vermeye güçleri yetmedi. Molla Kabız susturulamadığı gibi şeriatın gereği ne ise ona göre hakkından gelinemedi ” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Kanuni, Şeyhülislam Kemalpaşazade Ahmed Efendi ve İstanbul Kadısı Sadi Efendi’yi görevlendirir. Ertesi günü tekrar Divan’a getirilen Molla Kabız yeniden sorgulanır ve ayet ile hadislerden getirdiği delilleri çürüten Kemalpaşazade karşısında nutku tutulur. Cevap vermekten aciz kalır ve hatasını anlar. Şeyhülislam “bu durumda ne hüküm verilecekse siz karar verin” diyerek işi Kadı Sadi Efendi’ye havale eder. Molla Kabız tekrar tekrar batıl itikadından dönmesi ve tevbe etmesi yolunda edilen telkinleri reddeder. Bunun üzerine katledilmesi için verilen hükmün hüccetini Kadı Sadi Efendi kendi eliyle imzalar. Anında cellada verilir ve hükmün icra edilmesiyle başı yerde yuvarlanır. Divanı izleyenler ve özellikle Adalet Penceresi’nden celseyi takip eden Kanuni, davanın seyrinden çok memnun kalır. Liyakat ve istihkakın bir makamı işgal edenle alakalı olmadığını, İstanbul Kadısı’nın nisbeten daha düşük rütbesine rağmen o devrin en rütbeli uleması olan kazaskerlerden daha üstün olduğunu görüp anlar.

METİN:

ZİKR-İ AHVAL-İ KÂBIZ-I MÜLHİD

Canib-i Şark’tan azimete gelip İklîm-i Rûm ve diyâr-ı mezbûrda tahsil-i ulûm edip erbâb-ı rüsûm tarîkına sâlik badehu vâdî-i dalâlete düşüp âzim-i râh-ı pür-mehâlik olan Kâbız nâm bir şahs-ı nâ-fercâm tarîk-ı şer’-i şeriften inhirâf ve meyhâne güncinde fısk u fücur ile i’tikâf edip her rast geldiğine kendi akl-ı kâsırı üzere bazı ehâdîs-i şerife ve âyât-ı Kur’aniye-i münife ile müdde’âsını isbat şeklinde gösterip Hazret-i İsa aleyhisselamı hâtime-i enbiya ve’l-mürselîn meb’us (ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn) olan Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinden tafdîl edip ol bî-dîn zu’m-ı batılınca nice dalâil ve berâhin beyân etmekle avâm-ı nâsdan her sadedil ve cahil ve erazil mülhid-i müfsidin akvâl-ı bî-meâline aldanıp dalâletlerine bais olduğu şehr içinde şöhret bulmağa ulema-yı asrdan fi’l-cümle müteşerri’ u mütedeyyin ve salah u takva ile müteayyin olanlar gayret-i dîn-i Mübin süveyda-yı dillerinde cânişin olmağın bu evza’a tahammül edemeyip mezbûr mülhidin çal yakasın alıp keşan ber keşan Dîvân-ı adalet-unvan tarafına sürdüler. Vezir-i azam İbrahim Paşa’nın huzuruna getirdiler. Paşa-yı müşkil-küşa bu hususu canib-i şer’-i şerife havale ve ilka edip ol tarihte Rumili Kazaskeri olan Muhyiddin Çelebi ve Sadr-ı Anadolu’da Kâdirî Efendi ki ikisi de hubb-ı câh u celâl ile meşhur eğerçi zâhir halleri ma’mur ve lakin bâtınları taraf-ı dekâyık-ı hükûmetten dûr olmağın mülhid-i mezbûr delail-i bâtılasını takrire başladı. Ol hînde mukteza-yı şer’-i şerif ile cevaba kâdir olamayıp ve hiçbir vechile ilzâm edecek bir mesele bulamadılar ve kemal-i hacâletlerinden ikisine de hiddet-i gazap târî olup hıffet-güne bazı mertebe evza’-ı nâ-hemvâr ettiklerinde vezir-i rûşen-zamîr dönüp sadreyne itâb-âmîz hitâp ile cevap verip buyurdular ki “size lazım olan unfle edâ değil belki şer’-i şerifle kazâdır. Bana acep gelir ki hak ile bâtılı fark etmede ve ulema-yı selef gittiği tarîka gitmede âciz kalasız” deyu bi’z-zarûre def’-i meclis edip ve husûs-ı mezbûr ertesi gün fasl olmak için te’hire konulup Kâbız-ı bî-dîn bend-i âhenîn ile zindana ferman olundu. Meğer ki Şehriyâr-ı cihan ve Hudavendigâr-ı alişan vüzeranın başı ucunda olan pencerede hâzır ve kazaskerlerin dava dinleyişine nâzır imiş. Macera-yı Kâbız neye müncer olduğunu görmüşler ve işitmişler. Badehu vüzerâyı arz için içeriye davet etmişler. Huzûr-ı padişahiye girildikte padişah-ı dîn-penah hazretleri buyurmuşlar ki “bir mülhid-i bî-mezhep Divân’ımıza gelip Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin i’tilâ-i şânına nakîs verecek hezeyâna cür’et kılar ve zu’m-ı bâtılınca delâil dahi nakleder. Ma’a haza mülzem olmadan çıkar gider. Bu ne haldir” deyu sual edince âsaf-ı ekrem ve vezir-i azam “nice edelim kazaskerlerimiz mesâ’il-i şer’iyeye âlim ve icrâ-yı hükme kâdir değiller ki müfsid-i mezbûr iskât ve ilzâm oluna ve muktezâ-yı şer’-i şerif ne ise ana göre hakkından geline” cevabını verdikte hemen fermân-ı şehenşâh-ı cihân ile müfti’l-enâm-ı şeyhülislam ve müşkil-küşâ-yı havâss u avâm olan Kemalpaşazade Ahmed Efendi ve İstanbul Kadısı üstâd-ı zü’l-fünûn Monla Sadeddin-i zaman ve fazîlet-i bâhire ile kemâkân cihan tab’ u nâzını mûşikâf ile marûf ve zat-ı pâki maarif-i külliye ile mevsuf Sadi Efendi Divan-ı Hümayun’da bu davayı fasl etmeğe tayin olunup ertesi ki Divan’a geldiler. Tekrar Kâbız-ı herze-kârı ihzâr eylediler. Monla-yı zîşan azamet ve vakâr ile sadrazam yanında karâr ve İstanbul Efendisi iskemle üzerine mukâbelelerinde oturmağı ihtiyâr edip Kâbız-ı yâvegîr ise bu ortalıkta evvelki gibi Divân’ı hâlî sandı. Amma ki şeyhülislamı görünce hayli bulandı. Hâsıl-ı kelâm şeyhülislam, Kâbız-ı bî-dîni vücûh-ı kesîr ile ilzâm edip bir dereceye iletti ki nutku tutulup cevap vermede aciz kaldı ve inde’t-tahkîk hatasını iz’ân edinip başın zemine saldı. Hemandem monla-yı a’zam İstanbul Kadısı’na hitap edip aytdı ki fetva emri görüldü. Ve mezbûra cümle sorulacaklar soruldu ve “ahval-i hükm-i kazâ ne ise size mufavvazdır. Anı sizler görün” diye sipariş kılındı. Tekrar onlar dahi itikâd-ı bâtılından dönmesini ve mezheb-i bâtıldan rücû’ edip tevbe ve inâbet kılmasını sevk ettiler. Kâbız-ı muârız inadından dönmedi. Musırr olup her çend ki cehd eylediler kabzı basît ve tebdîl akidesini semt-i salâha tahvîl edemediler. Bilahire kadı-i dânâ (Hukimtü bi-katlihi) kavlini icrâ ve hüccet-i mâcerâyı yed-i saadeti ile imza kılıp ol an cellâd-ı bî-amân elinden ser-i bî-saadeti zemîne galtân olundu. Ol gün Divân’da hâzır ve müstemi’u nâzır olan kibâr u sığar bâ-husûs “Adl Penceresi”nden keyfiyet-i ahvâli müşâhede eden Hazret-i Hudâvendigâr, Kemal Paşazade’nin fazl u vakârını ve Mevlânâ Sadi Çelebi’nin ol asr kazaskerlerine tefevvuk ettiğin aynelyakîn ve ilmelyakîn bildiler ve liyâkat ve istihkâk mansıb-ı âliye ile olmadığını idrâk kıldılar. (Beyt) *Şerefiyet kişiye rütbe ve câh ile değil*Belki insana şeref ilmledir fazlladır*Ol ki zâtında eğer yoğise isti’dâdı*Bilmiş olsun nereye varsa hacâlet biledir.

Solakzade Tarihi'nden






13 Ocak 2015 Salı

ELÇİ DAVİD UNGNAD



Avusturya İmparatoru I. Maximilian’ın elçi olarak 1573’de İstanbul’a Sultan İkinci Selim nezdine gönderdiği David Ungnad, Grekçe, Latince, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Çekce, Hırvatça, Macarca biliyormuş. Sefaret heyetinin Protestan vaizi olan Stephan Gerlach bu seyahate dair müşahadelerini yazdığı kitaba “Türkiye Günlüğü” ismini vermiş. Torunu tarafından da 100 yıl sonra 1674’de kitap olarak bastırılmış. Tam 333 yıl sonra 2007’de Kemal Beydilli hocamız editörlüğünde Türkis Noyan çevirisi olarak Kitap Yayınevi tarafından basılmış.
Şimdi bu tarihleri zikrediyoruz ki ne kadar meraklı bir millet olduğumuzu anlayalım! Yahu adama alt tarafı Protestan vaizi dersin ama geçtiği yolları, kaldığı İstanbul’u olduğu gibi anlatmış. İnsan bu adam bizim hakkımızda ne demiş diye merak eder. O tarihlerin sivil Türkiye’sini anlatan ve o zamanlardan kalan doğru dürüst bir kitabımız yok. Hani Çin yıllıklarından eski Türk tarih ve ananelerini çıkardığımız gibi bu seyahatnamelerden de kendimizi öğreneceğiz.
İşte yazar Gerlach’ın maiyetinde bulunduğu elçi Ungnad’ın Osmanlı Arşivi’nde bulduğum muhtemelen elinden çıkma bir belgedeki yazı da Türkçe...  En azından “Elçi-i Muhibbiniz David Ungnad” ibareli imzasını kendi atmıştır. Yoksa bildiği lisanlara Türkçe’yi de ilave etmek gerekiyor mu? Ungnad'ın Reisülküttab’a yazdığı bir yazı olduğunu düşündüğüm bu mektubun görüntüsünü ve çevriyazısını yayınlıyorum.

METİN:

Cemaat-i Yeniçeriyan-ı Budun / Ali Cafer, yazıla 3
Bölük 24/ Yeniçeriyan-ı Budun / Murad Ahmed, yazıla 5
Mustafa Emirşah / Der-Liva-i İzvornik, yazıla
Cemaat 2 an-Yeniçeriyan-ı Budun / Süleyman Bosna 5, yazıla
Gönüllüyan-ı Budun / Sefer Mustafa, Bölük 26, yazıla

Lutf idüp Efendi hazretleri bunları böyle yazıla, zira kim bunlara gadrolup eğer öyle çıkacak olursa baki ve’d-dua


Elçi-i Muhibbiniz David
UNGNAD






11 Ocak 2015 Pazar

POLEKSİYA - KÜÇÜK YAŞTA EVLİLİKTEN KİLİSEYE, GENELEVDEN MİLİTANLIĞA, 28 YAŞA SIĞAN BİR HİKAYE



İnsanlık aynı seyri takip ederek bugünlere geldi ama kimi yerinde sayıyor, kimi meziyette bir üst fazilet seviyesine çıkmaya çalışıyor, kimi de ilkel toplum kurallarını işletiyor.
Küçük yaşta kızların yaşlı heriflere para karşılığı satılması da sadece bizde olmuyormuş. Sırp kızı Poleksiya 28 yaşında iken Bulgar İhtilal Komitesi üyesi olmak töhmetiyle yakalanmış. Sorgu tutanaklarında öyle bilgiler veriyor ki ne bahtsız bir kadınmış diye üzülüyorum. Henüz 14 yaşında dayısıyla babası 500 kuruşa bir ihtiyara satmışlar kızlarını...Altı ay zorunlu beraberlikten sonra sevdiği bir adam çıkmış karşısına, birlikte firar etmişler ama bu sefer başka bir kayaya çarpmışlar. Oradan kiliseye, geneleve, kafe-şantana, terör örgütü militanlığına kadar uzanan maceralı bir hayatın sorgusu önümde duruyor. Buradaki ifade, Türkçe bilmeyen Poleksiya'nın yeminli tercüman Jandarma Yahya ve Polis Aziz Efendi'nin çevirisine göre alınan ifadesidir. Metnin dilinde bazı kopukluk ve farklılıklar olması tabiidir. Köşeli parantezle gösterilen bir iki yerin dışında tarafımdan müdahalede bulunulmadan düz bir çevriyazı ile sizlere sunuyorum.

Bulgaristan Komitesi efradından olmak üzere derdest edilen Poleksiya nâmenin Türkçe bilmeyip Bulgarca ve Arnavutça tekellüm edeceğini beyan etmekle kasemle tercüman jandarma Yahya vasıtasıyla zabt edilen takriri.

Fi 7 Cemaziyülevvel sene 319 ve Fi 8 Ağustos sene 317 Çarşamba

-İsim ve şöhret, sin ve sanat, mahall-i ikamet ve tabiiyyetin nedir. Okuryazar mısın, milletin nedir?
-İsmim Poleksiya, pederim İstamenko, sinnim yirmisekiz, sanatım yoktur. Sırp milletinden ve tebaasından olup Kosova vilayeti dâhilinde İpek sancağında Bükreş Mahallesi ahalisinden, okuryazar değilim.

-Ne vakitten İpek sancağından çıktın ve esbâb nedir söyle?
-On dört yaşında iken Yakova kazası dâhilinde Lukan karyesinde dayım Koksaka’nın hanesine görüşmek için gittim. İki hafta oturdum. Dayımla pederim karye-i mezkûrda Sava nâmında bir ihtiyara beş yüz kuruşa beni nikâh etmek istediler. Mamafih beni merkûma verdiler. Altı mâh merkûm Sava’nın nezdinde kaldım. O ihtiyar ben genç olduğumdan merkûmu istemeyip İpek’in Reçan karyesinde Mehmed Emin Ağa’nın hizmetkârı Rade nâmında birisi ile yekdiğere muhabbet ve muaşaka hâsıl ettik. Binaenaleyh merkûm Rade ile bir gün Mehmed Emin Ağa’nın nezdine firar ettim. Ağa-yı merkûm beni Rade’nin elinden zabtederek üç sene kendisine mâl edip hizmetinde bulundum ise de Mehmed Emin’in diğer zevcesi ve biraderi Sadri ile imtizac etmeyerek bir gece Ramazan’da erkek elbisesi labüs olarak İpek sancağına, kiliseye firar ettim.

-Demek Mehmed Emin Ağa’ya gittikten sonra İslamiyet’le ve nikâhla nezdinde bulundunuz yoksa gayrimeşru suretle. Burasını hele beyan et.
Kâtip: Ali Rıza, Müstantik: Ramiz
-Efendim Mehmed Emin Ağa’ya gittiğimde ihtida edip Müslüman oldum. İsmim Fatıma bırakıldı. Nikâhla beni alarak hatta yedime bir kâğıt verdi. Cuma günleri de bir hoca gelip beni umur-ı diniyeden tefhim ederdi.

-Çok alâ. Hele kiliseye iltica ettiniz sonrasını söyle.
-Kiliseye dâhil tekrar Nasraniyeti kabul edip üç gün kilisenin mahzeninde muhafaza edildim ve erkekvâri tıraş ettiler. Üzerime başka bir erkek elbisesi gi[ydi]rüp kilisenin birinci papası Pop Safrani ve Kalokekasi Heci Radonka beni iki kiracıya teslimen Priştine Sırp konsolosuna teslim ettirdiler. İki gün orada kaldım. Konsolos bir bargir ve iki kiracı ile beni Sırp hududun tecavüz ettirip Kurşunlu’da Sırp memuruna îsâl ettiler yani Ürgüp kaymakamına teslim oradan da Niş’e belediye reisi şimendiferle Belgrad’a ulaştırdılar. Polis idaresi beni Başvekile gönderdiler. Kralın huzuruna çıkarıldım. Şehrî elli Frank ücretle Darülaceze’de hizmet etmek üzere tayin etti. Bir buçuk sene orada kaldım. Müdire ile imtizac edemediğimden mezbûre bir gün beni yemekle tesmîm ettiğinden hastahaneye götürülüp tedavi edilerek bir daha Darülaceze’ye gitmeyip Kerhaneci Sofya nâm kadının hanesine gidip iki mâh orada kaldım. Katıca nâmında olan bir kadın beni kandırıp “mademki alüftelik ediyorsun Sofya’da daha ziyade para kazanırsın”.  Yedime bir kâğıt ita, Sofya’da kahve şantan tutmakta olan Ohrili Robiçe İvan nâma gönderdi. Bir sene merkûmun nezdinde tarik-ı gayrimeşruda pûyan oldum. O sırada "Makedonya Meselesi" meydana çıktı. Kahve[de] birkaç kişi komite olduklarını İslamlara hücum edeceklerini dediler, konuştular. Ben dahi merkûmana “kadınları komiteye kabul eder misiniz?” dedim. Reisimize müracaat dediler. İspiro Kostaviç nâmında komite reisine götürdüler, sual etti. Arnavut olup zaten istememiş olduğum fuhşiyattan usanmış olduğumu ve komitkaya kabulümü istedim. Yedime Martin verip istimalde maharetimi gördüler ve bir büyük sudan geçirdiler. Ben dahi komite ile maan İslamlara hücum ve o yolda olacağımı vaad ve taahhüt ettim. Beni kabul ettiler. Saçlarımı kat’ ve erkek elbisesi gi[ydi]rip yedime martin ve bir revolver ve bir de yatağan bıçağı ve iki yüz yirmi fişenk teslim ettiler. Komitelere iltihak ile beraberce Sofya’dan hareket ettik.

-Buraya kadar takririni [imza] eder misin?
-Mührüm yoktur, imza bilmem. Fi 8 Ağustos sene 317.
Tercüman-ı maznun. Polis Aziz, Polis Ali, Polis Ali Rıza, Polis Ali Rıza, Müstantik Ramiz.


Mezbûre Poleksiya’nın zabt edilen bakıyye-i ifade-i istintakı
 Fi 9 Cemaziyülevvel sene 319 ve Fi 9 Ağustos sene 317

Polis Aziz Efendi kasemle tercüman tayin kılındı.

-Dünkü gün komite ile müsellahan Sofya’dan hareket ettiklerini beyan ile ifadeniz orada kat’ olundu. Sofya’dan ne maksatla ve kaç neferle hareket ettiniz?
-Sofya’dan yüz elli neferden ibaret bir komite ile Makedonya’ya geçip İslamlarla mukatelede bulunmak ve ben dahi genç yaşında tarik-ı gayrimeşruda kalmaktan ise de bu uğurda feda olmak üzere komiteye iltihakla beraber hareket ettik. Bir mah zarfında Balkanlarda dolaşmakla Osmanlı hududuna karib Bulgarya’nın Rakova karyesine geldik. Sofya’dan orada alınan bir telgrafnâmede Minister İstanbulof’un katlolunduğu bildirilmekle asıl reisin bu haber-i vefatı üzerine Rakova karyesinde yüz elli komitenin Balkanlara dağılacağından ve benim inas olduğumdan kimse dokunmamak için Köstendil’e iademe karar verdiler. Orada yalnız tüfenkçi cephaneyi ve verdikleri elbiseyi alarak yalnız kendi revolverim nezdimde bırakılıp 1895 senesinde beni Köstendil’e iade ile eski komite İlo’ya teslim ettiler. On üç gün orada kaldım. Sofya’ya hareket ettim ki o sırada Devlet-i Aliyye’den Bulgarya prensine emir gelmiş idi. Komiteyi geriye alınız yoksa asker çıkarıp mahvederim demiş idi. Ol vakit komiteleri korkularından Sofya’ya aldılar. Ben Sofya’ya muvasalatla komite reisi Drayçe Ketan’a müracaat ettim. Elli Frank ita ederek beş gün sonra nezdine gitmeyi tavsiye etti. Avdet ettim kendim için bir kat kadın elbisesi aldım ve bir kocakarının hanesinde kaldım. Yirmi dört saat zarfında merkûm Drayçe Ketan’ın vefat ettiğini işittim. Merkûmun yerine Boris Sarafof nâmında olan şahıs komite riyasetine tayin olundu. Ben dahi bir mah sonra cemiyet-i fesadiyenin meclisine gittim. Ahvali kendilerine arz ettim ise de katledilmiş komitelerin birçok eytamı kaldığından ancak bunları idare edebiliriz diyerek ve sana bir para veremeyiz söyleyerek beni kabul etmediklerinden bi’z-zaruri evvelce nezdinde tarik-ı na-meşru’ada bulunduğum kahvecinin nezdine avdet ve bir sene yine namussuzlukta bulundum. Sonra o kahveciden darılıp Omca nâmında birinin kârhanesine gidip dört sene de orada kaldım. Bir eyyamda şunun bunun nezdinde kalıp bilahare Sofyalı Ustoyan İvanoviç nâma taaşşuk ederek merkûmun nezdinde kalıp bir gün kendisi ile münazaa ettim. Haylice darb etti. Ben dahi derhal Sırp konsolosuna müracaatla tahlisimi ve ailemle mülakat etmek üzere İpek sancağına i’zâmımı istirham ettim. Konsolos muvafakat etmeyip Sırbistan’a beni gönderdi. Belgrad’da Tipograt Oteli’nde iki gece kalıp hükûmete gittim. Başvekil ile görüştüm. Kırk Frank harçlık verdiler oradan hareketle Niş’e gelip Türkiye Oteli’ne indim. Sofya’da Prizrin’e hareket edecek olan Selime hanımla görüşmüş ve beraberce hareketi kararlaştırmış olduğumuzdan mezbûreye Niş’den bir telgraf verdim. Ertesi mezbûre geldi. Bu geçen Salı gecesi Niş’den şimendiferle mezbûre ile maan hareket edip gündüz saat dörtte Zifçe’ye Osmanlı hududuna ulaştık. Bir adam mezbûre Selime hanıma ziyade rica ederek kendisine hizmetçi vermeyi istedi ise de vermedi. Orada Baba Ali nâmında birisi ile Arnavutça konuşmaya başladık. Prizren’e gidip aile ile mülakat badehu nezdine avdet edeceğim va’diyle oradan mufarakat şimendiferle Üsküb’e muvasalatta derdest olunup terceme-i halim bundan ibarettir.

-Makedonya komitesinden şu şehadetnâmeyi niçin aldın.
-Makendonya’da komiteliğe çıktığım haberi şayi’ ve hatta resmimi dahi almış olduklarını Sofya’da işittim. Maamafih komiteye dahi bir mâh kadar hizmet etmiş olduğumdan malum olmak üzere işbu şehadetnâmeyi aldım. Yedimde bulunsun da cesaretim ve hizmetim bilin.

-Bu şehadetnâmenin yukarısında arslan başı ile bunun karşısında ve iki dairesinde kadın resmi nedir?
-Arslan resmi armadır. Kadın resmi elini uzatıp Makedonya’yı tutmuştur.

-Kadının aşağıda olan resimle bunun sağ ve solundaki resim kimlerdir.
-Birinci komite reisi olup vefat eden Tariko Kitan’dır. Sağ tarafındaki komitede Yüzbaşı Boriçek Naçak’dır. Bu da katlolunmuştur. Soldaki dahi Yüzbaşı olup Broçek Monako’dur. Merkûm da kendi nefsine kasd ve telef etmiştir. Aşağıda müsellah elinde tüfenk durmuş olan şahıs ve bu da Komite Salma olup bu dahi katledilmiştir.

-Sen komiteye ne gibi hizmette bulundun ve beraberce bir mukatele ve münazaada bulundun mu? Veyahut bir komiteden diğerine bir haberler götürdün mü?
-Evvelce arz ettiğim vechile bir mâh kadar Balkanlarda bulunduk. Hududu tecavüz etmezden geriye avdet ettik. Başka bir hizmette bulunmadım.

-Komiteye duhulünüzden sonra bu taraflara hiç geçtiniz mi?
-On dört sene akdem Osmanlı toprağından mufarakatla birinci defa olarak bu kere avdet ettim.

-Pekala, İpek'de akrabanız kimlerdir?
-İpek'de pederim İstamenko ve biraderlerim Ermiya ve Dimitri ve hemşirelerim Metreder Ağniya nâmlarında bulunuyorlar. Sofya'da kendilerinden mektup aldım.

-Ya şu kendi pasaportunuzdan başka diğer pasaport kimindir ve sizde neden bulunuyor?
-On dört sene akdem Sırbiye'ye kaçarken Priştine'nin Leho karyesinde Doviç kilisesinde bir akşam yattım. Orada geçenden İstano Soloviç Pop Sava nâmında bir papas ile görüşüp konuştum ve hareketimde bir beyaz Mecidiye verdi. Bu geçen şehr-i Nisan'da Sofya'da iken bulunduğum hanenin kapısı urularak açtığımda bir papas içeriye girdi. Kendisine kahve ikram ettim. Merkûm kendisini tanımaz olduğumu sual ettim. Bilmem dedim. Doviç kilisesindeki genç papas olduğunu ve bir Mecidiye verdiğini söyledi. Daha ziyade ikram ettim. İfadesine Sırbistan'dan firar etmiş. Bir hafta nezdimde kaldı sonra gidip kendisi Sırbiye'ye göndermek için gidip Sofya'dan Sırbiye konsolosuna rica ettim. Yarın gönder söyledi. Papas merkûm ertesi günü kendi kendisini Sırbiye'ye gönderdi. Hamil olduğu atik tezkiresi "Radikal Meselesi"nde bulunduğu ve Rusya ile Karadağ tarafından tezkirede işaret bulunduğu münasebetiyle zaten o meseleden firar etmiş olduğu cihetle nezdimde bıraktı.

-Pekala bu tezkireyi sen niçin beraberce dolaştırırsın?
-İşte bir ağırlığı yoktur. Sandığımda kalmıştır.

-Ya üzerinizden çıkarılan revolveri ne için taşıyorsun.
-Ben Arnavut olup birçok yerler dolaştım hallerde muhafaza-i nefsim için taşıyorum
.
-Senin nefsine değil ırzına suikasd olabilir. Onu da muhafa etmemişsin daha revolveri taşımakta olan maksadınızı beyan ediniz.
-Doğru ben ırzımı muhafaza etmedim. Binaenaleyh ecnas-ı muhtelife ile görüşüyor olduğumdan sarhoşluk saikasıyla nefsime dahi kast olabileceğinden ol vakit hayatımı muhafaza revolverle ederim.

-Komite olduğun halde hiçbir kimseye kurşun atıp ve yahut bir varaka gönderdiniz mi?
-Bera-yı talim nişana kurşun attım fakat insana atmadım ve hiçbir tarafa varaka veyahut haber göndermedim.

-Resminizi nerede çıkardınız?
-Her sene bir defa fotoğrafımı aldırmaktayım. Bunu da Sofya'da çıkardım.

-Komitede müsellah olduğunuz halde fotoğrafınızı aldılar mı?
-O halde fotoğraf çıkarmağa bırakmadılar.

-Ya şu ilmühaber nedir?
-Sofya'da Arnavut Uhuvvet Cemiyeti olup ileride ihtiyacı oldukda almak ve fukara olmamak için tesis edilen sandığa şehrî bir Frank vermek üzere kayıt olarak mah zarfında üç Frank vermiş olduğumdan bu ilmühaberi cemiyet-i mezkûr sandığından ahz ettim.

-Demek fikriniz yine Sofya'ya avdet etmektir.
-Zaten Sofya'dan çıkmak fikrinde olmadığımdan cemiyet sandığına bu parayı verdim. Birden bire bu tarafa ber-vech-i maruz hareketim icab etti. İpek'de akraba ve biraderler ve ehibba ile imrar-ı hayatla bir daha avdet etmemek üzere Sofya'dan mufarakat ettim.

-Sofya'dan yüz elli nefer komite hareketinizde riyaseti size kim ediyordu?
-İspiro Kostaf nâmında birisi idi.

-Kosova vilayeti dâhilinde ikamet etmekte olan Sırp ve Bulgarlardan kimler komiteye dâhildir.
-Arz ettiğim yüz elli nefer komite arkadaşlarımız meyanında bu vilayetten mülhakatında çok kimse var idiyse de esamilerini şöhretlerini bilemem.

-Halâ komiteler bulunuyor mu?
-Sofya'da komite reisini ve daha taallukatını derdestle mahpus ettiler. Ol vakitten komite nâmı kâle alınmaması resmen ilan olundu. O cemiyet dağılıp bitti. Şimdi yoktur.

-Takririn temhir eder misin?
-İpek sancağına gidersem orada benim komiteden olduğumu bildiklerine mebni hükûmet aleyhine bir şey olur ise benden gizlemeyeceklerinden haber aldığım gibi hükûmet-i mahalliyeye malumat vereceğim ve zaten komite ile bir mah bulunup mufarakatla bana aylık vermedikleri münasebetiyle yine umumhaneye avdete mecbur olduktan sonra o fikirden de feragat ettim. Mührüm yoktur, imza bilmem.

9 Ağustos 1317
Maznun
Tercüman
Müstantik
Katib
Polis
Polis
Jandarma
Poleksiya
Aziz
Ramiz
Ali Rıza
Ali Rıza
Ali
Yahya

Mezbûre Poleksiya'nın komite efradından olduğunu ikrar ve yedinde cemiyetin şehadetnâmesi tutulmasına ve revolverle müsellah bulunmasından görülen lüzuma ve vuku' bulan talebine binaen muvakkaten tevkifine karar verildi.

7 Cemaziyülevvel 1319 ve 9 Ağustos 1317

[Mühür yerine ] Kosova Bidayet Mahkemesi Müstantiki - Sânî Ramiz

Ceza Riyaset-i Aliyyesine Fî 9 minhu

/ Cemal / Muvafıkdır Fî 9 minhu / Mustafa Ziya

Daire-i İstintaka Fî 9 minhu

Bu bâbda başkaca tahkik kılınacak cihet olmadığından tahkikat hitam bulmağla müddei-i umumî muavinliği memuriyet-i aliyyesine tebliğ olunur. 11 Ağustos 1317


İstintak Mühr-i Resmisi
İmza
Ramiz


SURRE ÇANTASI

Osmanlı devrinde hacılarla birlikte Mekke ve Medine'ye Surre Alayı da gönderilirdi. Bunu herkes bilir de ne gönderilirdi pek bilinmez. Resimdeki çanta ve benzeri çantalar çoğunlukla İstanbul ve çevresinde yaşayanların Mekke ve Medine'de yaşayanlara yaptığı maddi yardımları nakletmeye yarardı. İki yüzünde de isim ve adres bulunurdu. Sırma işlemeli deri çantaların bir yüzünde gönderenin, diğer yüzünde alıcının isim ve adresleri yer alırdı. Çoğunlukla gönderilen kişiye hitap eden bir mektupta kaç altın gönderildiği yazılırdı. Muhakkak göndereni ve yedi sülalesini Kâbe’de dua ederken unutmamasını tembih eden uyarılar ihmal edilmezdi. Bu çantayı alan Mekke veya Medine sakini, altınları afiyetle yedikten sonra nereden aldığı belli olmayan bir miktar tozu bir kâğıdın, bir zarfın arasında çantaya koyarak geriye İstanbul'a gönderirdi. Kâbe veya Medine tozu, toprağı olarak değerlendirdiğimiz bu zarfların bazen hiç açılmadığını gördüm. Acaba çanta sahiplerinin bazıları bunların kutsiyetine kulak asmıyorlar mıydı? Ayrıca içlerinden bütün bir iki adet hurma dışında bol miktarda hurma çekirdeği de çıkmıştır. Bunlar İstanbul'a gönderildikten sonra yenilerek çekirdeği çantada mı saklanmıştır yoksa Arabistan'dan sadece hurması yenilmiş çekirdek mi gönderilmektedir anlaşılamamıştır.